Prensibini yediğimin ingilizi! Yaktın beni...!


Saat sabahın 7'si.
Milie, bildiğiniz kapıya koydu beni.
Yok! Şaka değil.
Keşke öyle olsaydı!

Olaylar şöyle gelişti,
O gün bildiğiniz deliksiz bir uyku çekmiştim. Uyandığımda saat 12 falandı.
Kalktım...duş aldım. Evden çıkmak üzere hazırlandım.
Tam kapıdan çıkacakken, o da ne?
Kapı açılmıyor!

Uğraştım...uğrştım...bir türlü olmuyor.
Bir de şaka gibi o bildiğimiz yağmurlu kasvetli bet havasıyla meşhur  Londra'nın, son bilmem kaç yılının en sıcak yazına rastladım.
Evde sıcaktan durulmuyor.
Üstüne ben bi de öyle kapıyla uğraşınca, ter başımdan aşağı boşaldı. Sinirlerim de onlarla beraber...

Ne yapacağımı şaşırdım. Tek tek odaların kapısını çaldım. Defalarca Milie, Josef diye seslendim ama yok!
Evde kimse yoktu işte! İçerde hapis kaldım.

Derken...aklıma bahçe kapısı geldi.
Mutfak kapısından bahçeye çıktım. Bahçe kapısının yüksekliğine şöyle bi baktım..."E zaten bir buçuk metre, ne var ki? Ben burdan çok rahat atlarım!" yaptım. :)

İçeri girip çantamı aldığım gibi doğru kapıya yollandım.
Bir de baktım ki zaten çengelli bir telle kapanmış. Kilit bile değil sizin anlayacağınız!
Kapıyı açtım...ve çıktım.
,
Nihayet azad oldum duygusuyla da derin bir oh çektikten sonra, kendimi günün akışına bıraktım.

Herşey de o kadar keyifliydi ki o gün. Hatta günün sonunda Özlem, hafif çakır keyif olmuş "kusacağım...kusuyorum....kustum" replikleriyle bizi hayli eğlendirmiş " kafamız güzel dünya güzel, biz güzeliz" duygusuyla eve gitmek üzere  kızlardan ayrıldım.

Ayrılmaz olaydım! ! !

Aslında evin önüne gelince bir gariplik olduğunu anlamıştım.
Evin tüm ışıkları açıktı ve bu genel rutinimize hiç uygun bi görüntü değildi.
Neyse...
Anahtarla kapıyı açtım ve Milie'yi resmen kapının girişinde beni beklerken buldum.

Yüzü beş karıştı.
O güler yüzlü, pür neşe, yüksek volüm kahkahalı kadın gitmiş yerine sanki bir atom bombası gelmişti.
Hissetmiştim!
O bomba bana patlayacaktı!
Yanacaktım!

İlk sorusu şu oldu: Oya! evden kaçta ayrıldın?
Sanırım 3'e geliyordu dedim.
Kapıyla ilgili bir fikrin var mı? dedi,
Evet! dedim. Çok zorladım ama bir türlü açamadım; ben de bahçe kapısından çıktım.

Yerinden kalktı...kapıya yaklaştı ve bir düğüme gösterdi bana. Meğer çok kolaymış, o düğmeyi aşağıdan yukarı kaldırınca kapının emniyet kilidi açılmış oluyormuş.


Aaa! Çok üzgünüm...bilmiyordum dedim.
Kaldı ki söz konusu ihmalse işte bu da senin ihmalin değil mi Milie?
Yahu evinde yaşıyorum...O kilidi bana neden daha önce göstermedin evde kitli kalabieceğim hiç aklına gelmedi mi?
Yok işte!
Gelmemiş demek ki.

Özür dilerim, çok uğraştım ama başka çıkar yol bulamadım Milie dedim,
Ben geldiğimde kedi bahçedeydi dedi.
Evet! Çünkü onun bir prblem olmadığını bana Josef söylemişti. Daha önce bi kez ben mutfaktayken kedi bahçeye çıkmış bir türlü içeri girmeyince de koşup Josef"e sormuştum. O da bunun bir sorun olmadığını kedinin bahçeden hiç bir yere ayrılmadığını söylemişti.

Peki ya hırsız girseydi eve!? Bilgisayarım Tv'm, bisikletim? dedi.
"Onu düşündüm ama bahçe kapısı zaten kilitli değildi ve ayrıca da yüksekliği bir buçuk metre. Üstünde de hiç başka bir koruması olmadığı için bunun da bir sorun olmayacağını düşündüm; normal hali bu çünkü dedim ve çıkarken de kapıyı aynı şekilde kapattım " dedim,

Dedim de dedim anasını satayım!
Ama ne yaptım ne dedimse Milie'yi bir türlü sakinleştiremedim.

"Senin için üzgünüm! ama evin anahtarını almak zorundayım; sabah 7 de evden ayrılmış akşam 11 de geri dönmüş olmalısın. Yoksa ben uyumuş olurum ve benim dışımda kapıyı açan biri de olmaz! Çok üzgünüm ama bu bir prensip meselesi" dedi.

Yahu! Güzel Milie!
Teni kayış gibi parlak...gözleri ceylan gibi kocaman, o dünyanın en güzel kahkahasını atan, beni kendine her haliyle hayran bırakan kadın!
İngiliz kahvaltısını sevmedim diye gidip bana peynir zeytin domates ala, elleriyle omlet hazırlayan kadın!
Şimdi bana bunu yaptın diye, Sana olan o güzeim hislerim kaybolacak değil ama;
Vallahi haksızık ediyorsun!
Billahi haksızlık ediyorsun!

Bunun adı prensip değil ki.
Kilitli bir kapını açık bırakmış değilim; zaten yüksek korumalı olan bi yeri korumasız hale getirmiş değilim.
O kapı zaten açıktı; açıkığını da geçtim yüksekliği zaten çok kısa.
Hepsini geçtim tüm bunlardan bir zarar doğmuş değil.

Diline de yüzde yüz hakim değilim ki kendimi çatır çatır ifade edeyim.
Dilim döndüğü kadarıyla anlattım ki anlatmama da gerek yok Sen de bal gibi farkındasın!

Ama yok! Milie"nin yumuşayacağı falan yok.
Bilmiyorum kaç defa Burası Londra! dedi. Başka bi şey demedi.
Hem o bizim sloganımız değil miydi?
Burası İstanbul! der gibi... ;)
Neyse geçelim bunu şimdi.

Tamam burası Londra! Biliyorum.
Zaten ona tav oldum geldim.
Havasına suyuna bakmaya, tenine dokunmaya geldim!
Ama Milie sağ olsun! böylelikle fiziksel özelliklerinden ziyade ruhunu da çözmüş oldum!

Demek ki neymiş?
Bir İngiliz Nuh dedi mi
Peygamber demezmiş!

O değil, üniversitede bile benim yurt giriş saatim 11.30 tu be Milie!
Yaktın beni...! diye diye sızmışım o gece.

Sabah 6 da uyandım.
Bir hızla duş alıp giyinip merdivenlere fırladım ki "Goodmorning! diye seslendi mutfak kapısının önünden.
Goodmorning Milie! dedim ama ne kadar sert bir ses tonuyla söylediğimi tahmin edemezsiniz
Çok kırgındım....

Ortada benim bir ihmalim varsa onun da vardı.
O kilidi bana daha önce göstermeliydi!

Bilmiyorum...belki de yüzde yüz haklı ama onu da şu an sağlıklı düşünemiyorum.
Kendimi savunmanın da bi manası yok.
Yok! yok ama;
Şu var mesela...
Ben kapıdan çıkarken gözlerinin içine öyle dik baktım ki...Bu kadarı haksızlık ama Milie! der gibi...

Milie, gözlerini kaçırdı benden.
Yaptığıyla gurur duyuyor olamazdı yani!
Öyle olsa gözlerini kaçırmazdı!
Ya da bu, şu an benim kendime verdiğim bir teselli sadece.












Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Peki'yi kim icat etti?

ERTUĞRUL ÖZKÖK: CENAZEM KİLİSEDEN KALDIRILSIN İSTİYORUM!

Rötarlı: Grinin Elli Tonu