Kayıtlar

Aralık, 2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

4'e 10 kala

Resim
O anlattı sen dinledin. Sen anlattın o dinledi. O ayaklarını karnına doğru çekmişti. Sen duvara dayamıştın. Onu gördüm dedin. Dün akşam üstü, saat 4'e 10 kala. Biz arabanın içindeydik. Onlar yaya... öylece gidiyorlardı...belki bir hırdavatçıya, belki bir ayakkabıcıya, belki çilingir arıyorladı, belki öyle, amaçsızca... onlar gidiyordu. Biz duruyorduk. Kırmızı ışıkta. Saat kaç dedim. 4'e 10 var dedi. İçimden ılık ılık bişeyler gitti... Sonra onlar da gitti. Sonra solumuzdan bi kuş uçup geçti. Sonra başımızdan bi uçak geçti. Sonra yanımızdan bi sarı taksi. Bi tek biz kaldık orda sanki. Bi tek biz gidemedik. Bi tek biz... orda öyle saatlerce, bize yanacak bi yeşil ışığın götünü bekledik. Meret. Yanmadı gitti... ve şimdi bütün saatler, hala...hep...4'e 10 var sanki!? dedim. Dahası...gözleri hala şiir gibiydi... Bizimki doğruldu yatakta,  siktiret...!  dedi.

Ne ihtilali? Laf çıkarmayın!

Resim
Geçen yıl bir arkadaşım annesiyle arasında geçen traji komik bir hikayeyi şöyle anlatmıştı. Arkadaşlarıyla birlikte ihtilal günlerinin tartışıldığı bi ortama annesi geliyor. Mutfağa girip bişeylerle meşgul oluyor, derken içerden gelen sesleri duyup salona gelerek kızına şöyle bir cümle kuruyor: Ne ihtilali ne yasağı ne ızdırabı. Laf çıkarmayın!!! oturun oturduğunuz yerde. Huyumuz kurusun...her durumda güleriz ağlanacak halimize. Biz de gülmekten kırılmıştık resmen. Ne ihtilali, laf çıkarmayın! :) Benim yaşımdakiler ve bizden sonra gelenler Seksen ihtilalini ve o dönemde yaşanan acıları büyüklerimizden dinledik hep. Konuşmanın, yazmanın, çizmenin ve neredeyse yaşamın kendisinin  "yasak" olduğu, ızdıraba dönüştüğü, illallah dedirttiği günleri... İşkencede tırnakları çekilen liderleri, cinsel organlarına elektrik verilenleri, copun vücuduna girmesine mağruz kalanları...daha da saymayım isterseniz. En cahil, en dünyadan bi haber, en güdük kafalılarımız bile hiç okuyup me

Feodal kalıntı ve mübarek bir anne!

Resim
Yılmaz Odabaşı'nın şiirleriyle lisedeyken tanışmıştım. Bi dönem elimden düşmüyordu. Emiyordum, süzüyordum...eritip kendi hamuruma katıyordum sözcüklerini. Öyle bir aşkla, öyle bir iştahla seviyordum kalemini. Aynı dönemde "mahkemeyi yol eyledik bu sene" türküsü çalıyordu kendisi. Hakkında durmadan dava açılıyordu.  Muhtemelen"Vatan, uğrunda ölen varsa vatandır" dizelerine inat yazdığı   " Bayrakları bayrak yapan, bayrak imalatçılarıdır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa utanmalıdır!" dediği "cehennem bileti" şiiri yüzünden  mahkeme yolunu su yoluna çevirmişti. Her dönem olduğu gibi o dönem de içerliyordum bi şeylere. İçimde durmaksızın bir öfke köpürüyordu. Her ne sebeple olursa olsun bir "fikrin" yargılanması insan-oğlunun en ilkel icadıydı işte ve hala öyle. Ne var ki  hiç bir hayranlık tek başına bir bütünü kapsa(ya)mıyor. İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir misali bi gün öğle saatinde okul kantininde, bir elimde tost,

Ayı'nın gızı götün alaf saçıyo ay!

Resim
Sekiz yaşında, bir yaz gecesi,  babannemle koyun koyuna yatarken çişim gelmişti. "Babannee çişim geldii" dedim. Kaldırdı götürdü beni tuvalete. Geldik yattık tekrar yerimize. On dakka geçmeden bi daha "babanne çişim geldi benim" dedim. Üşenmedi. Tamam kızım dedi. Kaldırıp götürdü bi kere daha. Karanlıktan korkuyordum galiba. Tam hatırlamıyorum.Niye gidip tek başıma yapmıyordum ki...bi açıklaması vardır mutlaka. Netekim çiş bu. Mesanede durduğu gibi durur mu? Durmuyordu o gün benimki. Bi daha... "Eeeeh! Yeter, yok çişin mişin. Oyun mu oynuyon sen benle" dedi bu kez. Onla dalga geçiyorum sandı heralde. Götürmedi. Sen misin götürmeyen? İki dakka, üç dakka, beş...derken, foşur foşur bıraktım yatağın içine. Eşşek kadarım. Az değil. Sekiz yıl yaşamışım... :) ama işte beni tuvalete götürmüyor diye Babannemi yatağa işeyerek  cezalandırmaya karar vermişim.   Allah taksiratımızı affetsin :) Bi de yaz...sıcak...üstüne benim ortama yaydığım idrarın sıcaklığ

Hatuuuun geliyor...!

Resim
Selim: Sen o köpeği 6 ay yaşat dile benden ne dilersen! Müdürüm: Sende o potansiyel var Oya! var var olmasına da, üzülerek ben de 4 ay veriyorum. Sen özgürlüğüne çok düşkünsün. Bi süre sonra, O özgürlüğünü kısıtlamaya başladığında içten içe ona kızmaya başlayacaksın! Nilgün hanım efendiler : (ki kendisi de müdürüm olur, denizde kum bizde müdür  anasını satayım. topu topu 10 metre karenin içinde kolunu sallasan müdüre çarpıyor)  Al kız Oya! çok çaresiz kaldığında ben yardım ederim sana! Mete: Selim çok bile süre vermiş, bakamazsın. İbo : Çok zooor...bi daha düşün. Yelda: En büyük fobim biliyorsun. Evine gelemem. Ayfer: Bi daha sana gelemiycem demek ki... Muhammet: O köpeği alırsan ya açlıktan ölür ya da ilgisizlikten. Eski manita: Çok zoor...ama ne desem boş biliyorum. Koydun kafaya bi kere! Hatta bu kadar çok istiyorsan ben alayım onu sana! Savunma vermeyeceğim. Muhatabı olmadığım suçlamanın niye savunmasını vereyim değil mi? Meğer ne pis bi imajım varmış gözlerinde:)

5'ten sonra tufan...

Resim
Onun içkisi bitmiş, benimki daha yarımdı. Bi saat sonra Beşiktaş'ın maçı vardı. Hadi daha maça yetişicez dedi. Sen git dedim. Ben gelmeyeceğim. Neden? dedi. Elimdeki bardağı gösterdim. Zaten şunu da içip, yatacağım. O gece, o maça gitmedi. Ben de yatmadım. Üçe kadar kavga edip, beşe kadar seviştik. 7'ye kadar saymayı, daha öğ-re-ne-me-miş-tik.

Ertuğrul Özkök'e hitaben; bu öpücüğü bana lutfeder misiniz?

Resim
"İtiraf edeyim, en solcu günlerimde bile, Ahmet Arif'in hasretinden prangalar eskittim kitabındaki şiirler, benim aşk dünyamda fazla yer bulmamıştır. Bir kadına hiç bir zaman o kitaptan şiirler okumadım.O cümleler bana fazla folklorik, hadi açıkça yazıyorum köylü gelirdi." Yukardaki cümleler Ertuğrul Özkök'ün 26 Eylül'de Hürriyet"teki köşesinde yazdığı yazıdan bir bölüm. Yazıyı sonuna kadar okudum, döndüm, dolaştım, soluğu yeniden bu cümlenin başında aldım. Şu cümle geçti içimden. Kendi içinde "köylü kompleksi" olmayan bir adam, bu şiiri köylü bulabilir mi? Ha bu yaptığıma dahiyane bir tespit diyebilir miyiz? Hayır. Zira buna benzer yorumları kendisi için en ağır şekilde yazmış, yaz(abil)miş bir adam. Defalarca "sonradan görme" bir entellektüel, sonradan görme bir aristokrat, sonradan görme bir bilmem ne tabirini kullanmış, sözüm ona kendini en ağır şekilde eleştirmiş bir adam. Sözüm ona diyorum çünkü; Ertuğrul Özkök ve onun konu

Ehlileştirilmiş kadın!

Resim
Yanlış hatırlamıyorsam, Neitzsche Ağladığında'da geçiyordu. Orda diyordu ki zat-ı muhterem: Nerde çok güzel bir kadın varsa, orda onu düzmekten yorulmuş bir adam vardır sadece. Evet, aynen böyle söylüyordu. Lisedeydim, cümlenin türkçe mealini tam da idrak edememiştim aslında. Ne demek şimdi bu? Niye böyle söylüyor, nasıl böyle söyleyebiliyor? Güzel olsan kabahat, çirkin olsan kabahat. Ki neye göre kime göre? bundan bahsetmiyorum bile. Giyinip şıkır şıkır sokağa çıktığında, kaşınıyor olma ihtimalin illa ki var. Süklüm püklüm ortalıkta dolaştığında, gene aynı güruhun fikri sabitesi üzerinden, eşin ya da sevgilin tarafından altadılman mübah. Kilo alsan "sen de kendini ne kadar bıraktın öyle?" kilo versen "hayırdır, bu ara sende bi şeyler var!" Yetmez! klasiktir hani, sokakta hanfendi, mutfakta aşçı, yatakta fahişe olacaksın. Her koşulda, her durumda "erkek egemen dünyaya" iyi bir hizmetkar olacaksın, el pençe divan duracaksın karşılarında.