Kayıtlar

Ekim, 2015 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

SEVİYORSAN GİT #OYVER BENCE!

Önce derin derin bir nefes al. Sonra arkana yaslan ve bir düşün.  'Vatan' senin için ne ifade ediyor?  İçinde insanların yüzü gülmüyorsa artık, oraya "vatan" denilebilir mi? Önce bunu bir düşün. Vatan çorak bir topraktan başka bir şey değilse, bütün annelerin gözü yaşlı, kalbi kırık, onuru çiğnenmişse... Babaların gözü önünde kızları polis kurşunuyla "arkasından" vuruluyorsa... Yedi yaşında bir çocuk vatan hainliğiyle, terorist damgasıyla fişlenebiliyorsa... Hayatında hiç duymadığın kadar "biz, siz" kelimelerini işitir hale geldiysen... Hayatında hiç duymadığın kadar "alevi, sünni", "türk, kürt" kelimelerine mağruz kalıyorsan... İnandığın Allah da, kitap da birilerinin tekeline alındıysa... Aynı evin içinde iki kardeş bile kavga edemeden haberleri sonuna kadar dinleyemez hale geldiyse... En son hatırladığın medya baskını haberi daha bu sabaha aitse... Ölüm bazı işlerin fıtratından geliyorsa...!!!(???) Onca insan kimi da

YETERİNCE DİKKATLİ BAKARSAN HERŞEY İLGİNÇLEŞMEYE BAŞLAR

Resim
(Başlıktaki sözü bir yerde okumuştum. ) Geçtiğimiz kış, Kadıköy Mephisto'da bir defter gördüm. O an çok acelem vardı, sonra gelir alırım diye bıraktım, çıktım. Daha sonra gittiğimde defterin yerinde yeller esiyordu. Yolumun düştüğü bütün şubelerine baktım. Uzun süre bulamadım. Sonra yaz başında Beyoğlu'ndaki şubesinde tekrar çıktı karşıma. Bir an 'hayatın anlamını bulmuş gibi' üzerine atladım. Bağrıma bastım... getirdim eve. Diğer defterlerimin arasında yerini buldu. Pek de güzel durdu... AMA; Sadece dur(muş). Anladınız. Kendime bir sitem geliyor ama ilk akla gelen sebeple değil.  Yani her defteri yazmak gerekmiyor. Her kitap da okunmak için alınmaz hatta. Bazıları başvuru kitabıdır, vesaire.  Kırtasiyeyi çok seviyorum ben. Bir de paşabahçe gezmeyi. :)) Ne alaka bilmiyorum ama, ikisine da bayılıyorum. Paşabahçe biraz komik geliyor kulağa biliyorum, ama hakikat bu. Yapacak birşey yok. Her zaafımızı açıklayabilseydik keşke! Neyse...  Defteri yazmamak başka bi

BIRAKSAN UÇACAK SANKİ!

Resim
Dün gece bir rüya gördüm. Yogaya başlamıştım. Gülme! Gebertirim. :) Bir pazar sabahıydı, evden bisiklete atlayıp, Caddebostan'ın yolunu tutmuştum. Cihangir Yoga'ya varınca bisikletimi önüne parkedip, içeri dalmıştım. Birkaç saat sonra çıktığımda kuşlar gibi hafiftim. Tavsiye ederim... :) İyi geliyor... rüyası bile!  Tamam, sadede geliyorum. Yaz başından beri çok istiyordum. Ama hep bitmeyen işler, nasılsa düzenli olarak devam edemeyeceğimler, vakitsizlikler, onlar, şunlar, hatta sizler! Evet sevgili insanoğlu, bazen hepiniz fena halde sinirime dokunuyorsunuz. Öyle zamanlarda ertelemek için her şey bahane oluyor. Zaten insanlar da çok 'kötü!' ben de yoga neyim yapmayacağım anasını satayım filan diyordum. :) Tamam tamam. Şaka ediyorum yahu! :) O kadar uzun boylu delirmedim.  Hepi topu şurda yüksek sesle konuşuyorum. Rahatsız olan ya şimdi ekranı kapatsın, ya da sonuna kadar sessizce okusun lütfen.  Kendimi çok kötü bir halde suç üstü yakaladım.  Evet, resmen ha

HER TÜRLÜSÜNE VARIM! UZATIN ŞU SAKALLARI...

Resim
Bir "kesin şu sakalları" muhabbetidir gidiyor. Önce Özlem Tekin çıkıştı. "Hacı mısın hoca mı, kes şu sakalı" blah blah şeklinde. Hayır taparım sesine, soluğuna. O ayrı. Ama bu ağzından çıkan her sözün altına imzamı atacağım anlamına gelmiyor tabii. Sonra, Ayşe Arman hafif kıyısından geçti mevzunun. İnstagrama koyduğu, sevgilisi Ömer Dormen'in Hindistan arka fonlu, sakallı fotoğrafının altına "Kurban olayım sakalsız Ömer'ime. Ben sakal sevmiyorum hiç" diyerek. Bu miss gibi bir açıklama işte. Hocam diye demiyorum. :) Çünkü genelleme yapmıyor. Genellemelerden nefret ediyorum. Bütün erkekler kessin demiyor. "Ben sevmiyorum" diyor. Buna kimse itiraz edemez. Belli ki Ömer'iyle arasından sakal bile sızsın istemiyor. :) Dün de Ayşe Özyılmazel yazmış. Ben bugün okuyabildim. Ama ne yazış! "Kesin şu sakalları" diye olaya kökten bir çözüm(süzlük) önerisi getirerek. Dünyanın en saçma klişesi genellemeler değilse ne!? Misal ben bayılıyo

BAHARI GÖRMEDEN YAZ GELDİ GEÇTİ...

Resim
Bu yaz bana bir tuhaf geçti. Yaz desem değil, güz desem değil bir değişik geçti. Hızlı geçti. Ayağım suya hep teğet geçti. Yakınımdan geçti, arkamdan geçti, burnumun tam dibinden geçti... ama içine buyur edemedi. Çünkü hep hazırlıksızdım. Hep koşturuyordum. Hep yapacak bir şeylerim, yetişecek işlerim, bir şeylerim, bir şeylerim... vardı. Aklım doluydu. Sırtım doluydu. Ağırdı. Sertti. Ne yaptıysam da kulak memesi kıvamına getiremedim kendimi. Tenim güneşin altında uzun uzun gevreyemedi... 23 Nisan'lar, 19 Mayıs'lar bile hep çalışarak geçti. Ne gördüysem üçer günden iki bayram gördüm. O da yetmedi. Ama şu var tabii. Durup dinlenmeyince yorgunluğunu da hissedemiyorsun çok. Aslında o açıdan biraz iyiydi. Bir dursam, kalkmak çok zor olacaktı belki. Sizin anlayacağınız bu yaz yatay pozisyonda kedi gibi mırlaya mırlaya esneyemedim hiç. Dikey pozisyonda ve hep tetikte geçti. Derken, eylül de geçti. Dünya zamanıyla hiç işim olmadı ama, iş edinsem kendime yazları esnetirdim. İlkokuldan