KADIN OLMAK SAHİDEN BİR TEK TÜRKİYE'DE Mİ ZOR!?

Ceylan Ertem'e bayılıyorum...Sesine, sahnedeki duruşuna, şarkı söyleme biçimine, her şeyine hastayım. Gülenay Börekçi'ye verdiği bir röportajı okudum bugün. Soluksuz okudum. Gene çok sahiciydi, gene bir tek "kendi" gibiydi. Özgün bir kadın. Her şeyi bir kenara koy, bunun için bile baş tacı ederim. Ama röportajın bir yerinde "kadın sorunlarıyla ilgili" şöyle bir cümle kurmuş. Hani o bildiğimiz klasik kompleks cümlemiz. Milli sloganımız gibi. Bazen (aslında sıklıkla) ben de yapıyorum. Diyor ki "Bu ülkede kadın olmak çok zor. Sahne kıyafetinle evden işe giderken bile bir dünya tacize uğruyorsun!" Bu gerçekten bir tek bizim ülkemizde mi bu kadar zor? Bence bir sürü başka konuda olduğu gibi bunu da kompleks haline getirdik biz. Buna katılmıyorum. Katılmadığım gibi itiraz ediyorum. Dünya çok küçüldü. Ben bile bir kaç kez yurt dışına çıktıysam bu  anlatacaklarım bence kimseye yabancı gelmeyecek.  Ben Londra'da üstümde kırmızı dizüstü bir etekle evden otobüs durağına kadar yürürken (yanımda arkadaşım Ayfer vardı! Birebir şahidimdir.) annemden emdiğim süt burnumdan geldi. Duymadığım ıslık, önümüzde durup içeri buyur etmeyen araç kalmadı. Ayfer dalga geçti. "Oya'm ne yaptın böyle, Londra trafiğini bile alt üst ettin kızım!" diye. Güldük geçtik öyle. Prag'ta o meşhur meydanda, bir turist yaklaşıp "I love you baby" diye başlayıp bir yığın saçmalayıp gitti. Biz gene gülme krizlerine girdik. Nasıl yani burda da mı diye? Paris'te bu kez yanımda arkadaşım Özgür vardı. Sevgilim değil ama neticede bir erkek var yanımda düşünün. O adam bunu bilmiyordu. Buna rağmen o cesareti gösterip yanıma geldi, direk elimi ağzına götürüp öptü. Bir dünya iltifat edip gitti. Biz Özgür'le gene birbirimize baka kaldık. Bunları şunun için anlattım. Ben öyle aman aman bir kız da değilim. Tamam hakkımı teslim ediyorum. :) Fena sayılmam ama; öyle birini görür görmez yere serecek bir durumum yok. Dolayısıyla bu anlattıklarım çok ekstrem bir durum değil yani. Hani deseniz ki "ama güzelim sen de yani, dünyanın her yerinde bu ilgiyi görmen çok normal" falan filan. Değil. E o zaman? Bütün bunlar tesadüfün iğne deliği mi yani? Mesela biz Londra'ya üç kız gittik. Hele o zenci oğlanlar. Allahım nasıl flörtöz veletler. Hiç bir şey yapmayan ön kötü ihtimalle göz göze geldiğin anda göz kırpıyorlar direk. Ha sadece şöyle bir fark var. Çok kibarlar anasını satayım. Sahiden inceler. Öyle olunca da bu sizde sinir yapmadığı gibi sadece hoş bir ilgi hissi uyandırıyor. Belki o yüzden Prag'taki o adama kızacağımız yerde gülme krizine girdik. Kızamadığımız gibi üstüne güldük eğlendik. E öyle olunca da doğru; insanda rahatsızlık hissi uyandırmıyorlar ama; neticede bu dünyanın her yerinde böyle. Bir tek bize has bir durum değil yani. Orda da allanıp pullanıp eğlenmeye çıktığımız bir gece klübünde sırayla bir sürü oğlan gelip "acaba bu kızlardan birinden bize günü birlik ekmek çıkarmı" mantığıyla gelip şansını denedi gitti. Ha diyoranız ki "yok artık bunların hepsi tesadüfmüş de bir tek sizin başınıza gelmiş" eyvallah diyeceğim de; değil. Olmadığını biliyoruz. O zaman niye ağzımızı her açtığımızda kadın olmanın bütün yükünü "bu ülkede yaşıyor" olmamızın sırtına yüklüyoruz!? Sahiden soruyorum. Var mı bir fikriniz?

Yorumlar

  1. "Bu ülkede kadın olmak çok zor..." basmakalıbı, her dile pelesenk olsa da, elbette ki izafi bir durum. 1994'te Ruanda'da kadın olmak kolay mıydı diye sorarım ben o zaman basmakalıbı slogan olarak kullanana. Ya da aynı yıllarda Bosna'da... Olağanüstü koşulların varlığı da itiraz konusu olamaz. Zira kadın kimliğinden dolayı zarar görmüşlerdir burada da. Bu mesele ile cehalet arasındaki rabıta, itirazı kabil bir şey değil. O yüzden cehalet düzeyine göre nitelik ve nicelik farkı göstereceği muhakkak. Bizdeki cahil ve aç erkeğin tacizi, hem sayıca daha çok hem de daha nitelikli olacaktır suç teşkil eden fiili yönüyle. Daha az cahil ve doygun olanınkinin cüreti ise, Parizyen adamınki gibi olacaktır. Eminim, Londra gibi pek kozmopolit bir şehirdeki tacizciler de profil olarak ele alınsa, bu konudaki düşüncemi haklı çıkartır.
    Güzel ya da çekici kadına iltifat bir tutumdur elbette.Önemli olan bunun raconu. İltifat, araç değil amaçsa, makul ve masumdur kanımca.
    Bu ülkede kadın olmanın zorluğu yok mu!
    Var elbette. Hem ülkeyi yöneten zihniyetin hem de bu zihniyete hoş görünen mesajlar yollama telaşındaki dalkavukların ettiği laflar ve nitelemeler, kadının saygınlığını yok etmeye dair olunca, bu ülkede kadın olmak zor, ki bence, asıl üzerinde durulması gereken de, algıyı dönüştürmeye çalışan bu sistemli gayret olmalı.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Zaten bu yüzden "bir tek" ibaresini kullandım. Evet kadın olmak bizde de zor; ama dünyanın bir sürü yerinde de durum çok farklı değil bence. Parizyen adam diye tabir ettiğin adamın tutumu şunun için önemli, e çünkü tacizin sınırı insanın rahatsız olduğu yer. Rahatsızlık orada başlıyor zaten. Ama son derece kibar bir adamın yaptığı hoş bir iltifatı sadece küçük bir jest olarak alıyorsunuz o zaman. Az önce grupta bir arkadaşım sormuş "burdaki sapıklar orda kibar diye mi tabir ediliyor yani" diye. Henüz cevap vermedim ama; oradaki ince nüans bu zaten. Üstelik sapık kelimesini kullanmadım ben ama; bunu ille de öyle nitelendireceksek de e illa ki rahatsızlık verenle kibarca iltifat eden adamın tutumunu birbirinden ayırırım. Aldığı tepki de farklı olur. Gülümseyerek göz kırpıp geçen bir adamla (ki bunu da doğru bulmuyorum zira orda bile insanın bir eşref saati bir eşşek saati durumu olabilir, onu da kaldıramayabilir ama) "yavrum dakkada bilmem kaç dil atarım" diye öküzcene üzerine doğru yürüyen bir adamın karşılığında göreceği muamele aynı olmaz. Olamaz. Gündelik hayatta yakın arkadaşlarımızdan duyduğumuz güzel sözleriyse zaten hiç bu sınıfa koymuyorum. O bir güzellik olduğu gibi insanın ona ihtiyacı bile var. Hem kadının hem erkeğin ihtiyacı var buna. O zaten başlı başına başka bir şey. Tekrar asıl özüne döneceksek de; bir ülkenin gerçeği olmayan şey filmlerine sanatına yansıyamaz zaten. Adamlar kendilerinde hiç olmayan bir şeyi anlatmıyorlar heralde film yaparken. Bir dünya amerikan filminde de avrupa filminde de kadına taciz ve şiddet var. Medeniyetin beşiği dediğimiz Paris'te evli ve bekar kadına hitap kelimesinin farklı olması bile tek başına kadına şiddet bence. Neden onun altını çizmek zorunda hissetmişler mesela??? Bunun gibi bin tane şey sıralayabilirim aslında. Ama konu çok dağılacak. Ki anlamak isteyen için aslında ne demek istediğim çok net diye düşünüyorum.

      Sil
  2. Doğrusu ben, göz kırpan ile dilinin maharetini, aklınca bir reklam unsuru olarak beyan eden kişinin eyleminin şeklen farklı da olsa, esasta aynı olduğunu düşünüyorum. Zira, sonuçta ikisi de duygusal bir saldırıdır. Göz kırpana göre, diğeri daha cüretkâr bence, tek fark bu.
    Evli ve bekâr kadın için kullanılan ifadeler İngilizcede de var. Bu yüzden, "title" hususunda yorum yapamayacağım doğrusu :)
    Lakin, düşüncemin ana fikri, sorun "bir tek" bize has değil ve tüm dünyadaki kadınların başına gelebilir ama eğitim düzeyine bağlı olarak şekil değiştirmesi söz konusudur ;)

    YanıtlaSil
  3. Ama onu özellikle belirttim zaten. Onu da doğru bulmuyorum dedim!İngilizler'e gelince orda da Paris diye komik bi tabir kullanmışım evet; şimdi farkettim. Olay orda geçince...aklım direk ordan yazmış. Fransızlar diyecektim ama; onu zaten bir örnek olarak verdim sadece. Yoksa İngilizleri geç çok başka milletlerde de vardır öyle bir ayrım muhtemelen. O da şart değil zaten bizdeki kadın yazar kadın yönetmen tabirine ne demeli? Yahudi işadamı'nın laciverti. Kıssadan hisse: Kadın konusunu neresinden, hangi memleketten tutarsan tut elimizde kalıyor!...

    YanıtlaSil
  4. Söylediklerim bir antitez yaratmak değildi, yanlış anlaşılmasın lütfen. Daha çok, size katılan ve konuyu biraz daha genişletme çabasında ifadelerdi. Katılmadığım az sayıda şey ise özde değil, ayrıntıdaydı belki ;)
    Bu arada, eminim ki bi'çok başka takip edeni var blogun. Niye hep ben konuşuyorum :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. :) Yok ben kendime düzeltme getirdim zaten. Senin üzerinden bunu yapmış gibi oldum çok pardon! :) Niye bir tek ben konuşuyorum kısmına gelince. O dediğin başka bir şey çünkü. Ama ilk başta bunu ben de düşünmüştüm. Ankara'da çalıştığım daire çok kalabalıktı ve hep genç nüfustu desem komik bir tabir mi olur acaba:)) YAni şunun için söylüyorum aşağı yukarı aynı şeylere kafa yorduğumuz insanlarla bir aradaydım. Bir yazı yazdığım zaman çok ilgilerini çeken bir konuysa özellikle ertesi gün sabah gittiğimde yarım saat bunun muhabbetini yapıyorduk. İtiraz edenler ya da destekleyenler. Bir gün dedim ki bana niye burda saldırıyorsunuz? MAdem böyle düşünüyosun madem bu kadar itiraz ediyosun yazsaydın ya oraya? Ayşe Nihan şöyle bir cevap vermişti. "Oyacım düşünmek başka yazmak başka. Her düşündüğüm şeyi yazarak ifade edebilecek olsam zaten sen orda ben burda olurduk. Ona tam katılmıyorum da; ama şöyle bir şey var. Hürriyet şimdi bunu başlattı mesela. En popüler yazarlarını düşün. (Hürriyetin günlük tıklanma derecesini düşün) Yazının altına bakıyorum en en bam teli denebilecek konularda bile en çok okunan yazarlarının altındaki yorum sayısı 150 yi geçmiyor. Ya da istisna olarak geçiyor. Bana da hep ilginç gelmiştir bu söylediğin. Sahi niye? :) (Değil katılıp katılmamayı, içinden küfreden bile oluyordur o da ayrı :))

      Sil
  5. Aslında "hep" değil, "sadece" demeliydim; düşündüğümü yazmamışım :)
    Hürriyet'in başlattığı şeye hiç katılmadım. Zira, Radikal'in daha düzgün bir gazete olduğu zamanlarda haberlere ve köşe yazılarına yorum yapmak hoşuma gidiyordu lakin, yapılan az sayıdaki diğer yorumların niteliği, zamanla, o yorumu yapanlarla aynı hissettirdi kendimi ve vazgeçtim :)
    Hürriyet'te de aynı şey olacaktı, hiç bulaşmadım. Çünkü, daha yorum sözcüğünün anlamından bihaber kişilerce, çoklukla mastürbasyon aracı olarak kullanılıyor bu platformlar. Gerçi, başkasına göre de ben aynı şeyi yapıyorum belki :)
    Şu bi'gerçek ama; biz söylemekten ziyade söylenen bir toplumun fertleriyiz ve hep, kendimizi ifade edememekten yakınır ama buna imkân bulduğumuzda da kullanmayız bu fırsatı.
    Kaldı ki, bence, bir yazarı takip etmek ve okumak gibi bir tercihin yüklediği bir görevdir de, okuduklarımız hakkında söz söylemek. Üstelik, sadece görev değil, yazıya ve yazıyı ortaya çıkartan emeğe saygı duruşudur. Elbette ki her şeyin bir değeri vardır, lakin önemli olan o değeri hissettirmektir. Okuduğumuz yazı hakkında düşünce irat etmek de, verilen bu değerin açığa çıkartmanın yegâne yoludur bence.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Görev ya da sorumluluk mudur ondan çok enim değilim. Biraz içinden gelmekle ilgili. Üşenmek bile başlı başına bir sebep olabilir. Ama "söylemek ve söylenmek" le ilgili söylediğin tespite çok katılıyorum. Bir gün şöyle bir şey olmuştu mesela. Arkadaşım (Ufuk Bozkurt) yazdığım bir yazı için beni çok eleştiren yorumlar yaptı grup sayfasında. O bir şey yazıyor, ben bir şey yazıyorum. Sonra dedi ki bana özelden "Ya Oya çok üstüne geldim ama; itiraf ediym ben aslında sana katılıyorum; ama can sıkıntısından sırf bir tartışma yaratmak istedim. Başka insanların neler düşündüğünü merak ettim. Ama takipçilerin o kadar ehven ki." :)) bunu yazarak birilerini kırmış olur muyum hiç bilmiyorum ama; bunda özgüven eksikliği bile var bence. Çünkü ben yazdığım bir yazıyı geç (facebookta paylaştığım her hangi bir söz ya da fotoğrafla ilgili de) en güzel iltifat cümlelerini hep "özel mesaj ya da mail olarak" aldım. Bu söylediğini içten içe düşündüm bir ara aslında. Sonra vazgeçtim. :) Çok net bir açıklaması yok çünkü. Hatta daha ilginç bir detay söyleyim sana. Bir gün bir kız arkadaşım şöyle bir mesaj yazdı. "Oya fotoğraflarına bayılıyorum. Bakmaya doyamıyorum.Yemin ederim bazen nazarım değecek diye korkuyorum" Teşekkür ettim. Ama ilginçlik şurda. o arkadaşımın facebookta açık açık beğendiği fotoğraf sayım üçü geçmez. Enteresan bir detay gerçekten. Ama dediğim gibi geçtim orayı. Bir ara yazdığım her yazıyı içtenlikle okuyup yorumlayan bir çocuk vardı. "Güzel yazmışsın eline sağlık" diyerek değil gerçekten ne söylediğimle ilgileniyordu. Üstüne ciddi ciddi düşünüp kafa yorup yorum yapıyordu. Sonra bir gün eleştirdi beni. Bloga yazdığımız yorumlar neden senin onayından geçiyor. Bu sansür değil mi? diye. Kısaca sadece hoşuna giden yorumları mı yayınlıyorsun demiş oldu yani! :)) Hemen o an kaldırdım onu mesela. Bu böyle anlaşılıyor demek ki diye. Halbuki en popüler blogcuların bloglarında bile bu böyle hala. Pucca'nın bir yazısına yorum yapmak iste, bildirim çıkıyor hemen karşına. "Yazarın onayından geçtikten sonra yayınlanacak" diye. Ne kadar yanlış gerçekten düşünürsen. Ama o düşündüğü şeyi o şekilde söylemese ben bunu hiç aklıma getiremeyecektim mesela. Onu kaldırarak sayesinde çok doğru bir şey yaptığımı düşünüyorum. Sonra yaptığımız bazı tartışmaları kişisel aldı, küstü çocuk gibi "okumayacağım seni bir daha " deyip gitti. :)) Aslında hangimizi cezalandırdı tartışılır tabi! :) Uzattım gerçi, kıssadan hisse : Bu sorunun net cevabı yok bence.

      Sil
  6. İnsan, görev ve sorumluluklarını da içinden gelerek yapıyorsa kıymetlidir diye başlamak istiyorum. Elbette ki içinden gelmelidir ama içinden gelmiş ki okuyorsa, yazmak ve yazılan hakkında düşünce beyanı da içinden gelir herhalde kişinin. Bir de güzel şeydir aslında düşündüğünü söylemek, birisinin söylediklerine kayıtsız kalmamak. Öz güven sorunu olan da vardır elbette kimisinde ama daha çok tembellikten kaynaklandığını düşünüyorum ben sözcüklerin suskuya hapsedilmesini. Takipçilerinizin çoğu, belki de ilk adımı atsa, koşacaklar benden hızlı :)

    Ehven sözü, takipçiler için fazla ağır kaçmışsa da, uyuyan devi uyandırmak için, devin burnuna dokundurulan tüy mertebesinde görüyorum Bozkurt'un eylemini :)

    Kimisinde de, beğendiğini alenileştirme çekingenliği var evet, nedense... O facebook misalindeki gibi. Bunun altında yatan sebeplerin tahlili ise ayrı mevzu :)

    O çekip giden çocuk meselesi de, düzenli bir tek yorumcu kadronuz var da, ondan boşalan kadroya ben atandım hissi uyandırdı bende :D
    Ama giderken bir eser bırakıp gitmiş gerçekten. Sansürden başka şey değilmiş vurgu yaptığı husus. Ben öyle bir yere yazmam misal. Yazarda, zülfüyâre dokunulacak endişesi olmamalı. Üstelik, Pucca kim bilmiyorum ama en popüler blogcu, benim takip ettiğim blogcudur benim için ;)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. "Düzenli yorumcu bir kişilik kadro!" :)) Güldürdün beni. Düzenli ikinci yorumcu Oyalamaca sahalarına gönderildi gibi oldu bu :)) Biraz ilginin taze kalma süresiyle de ilgili. Aslında belki de sadece sıkılıp gitti :)) Bir şeye çok yoğun bir ilgi gösterdiğinizde bir anda herşeyini parça pinçik ettiğinde o şey insanın gözünde bir süre sonra sıradanlaşıyor belki de. Sosyal medyanın hayran olduğumuz bir dünya insanı dokulunur hale getirmesi gibi. Değerinden asla bir şey götürmez ama; merakı biraz azaltıyor belki de. Dünyanın en acayip şeyi bile sürekli gözünü ona diktiğinde rutinleşmeye başlar ya...ya da öyle tahmin ediyorum. Emin değilim. ( akıl yürütüyorum şu an sadece :)) Bu söylediklerim devamlılıkla ilgili tabi. Düzenli sözünden yola çıkarak düşündüklerim :)

      Sil
  7. Yazar aynıysa da yazılar her gün farklıyken rutinlik oluşmaz herhalde. Kişinin, sırf bu sebeple okuduğu gazeteyi değiştirmesi gerekir o halde :)
    Biz, şimdilik eksilmeyen bir ilgi ile, keyif aldığımız şu yerde durup da Oyala(n)maca'ya devam kararındayız efendim ;)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Konuya odaklanınca yaptğın iltifatı es geçmiş gibi görünsem de altını kırmızıyla çizdim bu arada. Merak etme! :) Çok teşekkür ederim...Hakikat bu olmasa da buna inanmak işime gelir tabi. En iyi blogçunun takip ettiğin blogçu olma hususunda yani! ;)

      Sil
  8. Yok, fark edildiği fark ettirilsin diye söylemedim zaten :) O sebeple değinmemiş olduğunuzu fark etmedim bile. Lakin, hakikat de bu. En popüler blog, benim takip ettiğimdir. "Gönül kimi severse, güzel odur." şeklinde de yorumlanabilir, ben zaten güzeli severim şeklinde de :) Hem zaten yazayım diye düşünüp de, yazmayı unuttuğumuz şeyler illaki oluyor :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

hoşgeldiniz

Bu blogdaki popüler yayınlar

Peki'yi kim icat etti?

ERTUĞRUL ÖZKÖK: CENAZEM KİLİSEDEN KALDIRILSIN İSTİYORUM!

Rötarlı: Grinin Elli Tonu