MAL DA YALAN MÜLK DE YALAN GEL BİRAZ SEN DE OYA'LAN!

İki yaz önce arkadaşım Özlem'le  Yunan adaları turuna çıktık.  Bütçe kısıtlı  tabi.  Aldığımız kabin en kötünün bir üstüydü. Ev değil ki bu, apartman boşluğunu mu göreceğiz acaba camdan desek... Tahmin bile yürütememiştik. :) "Muhtemelen penceresi filan yok; suyun içinde öyle kaya kaya gideceğiz bir şekilde, yapacak bir şey yok" demiştik. Sonra o odaya girdiğimiz an. Aman Allahım! Bana biri bir gün,  hadi mutluluğun resmini çiz dese, o anı çizmeye çalışırım. Özlem için de buna yakın bir duygu olduğuna eminim. Zira elleri titremişti heyecandan. "Oya şu ellerime baaak!" demişti yavrucum. Sanırsın kan şekerimiz düştü. Öyle bir heves, öyle bir nefesin ağızdan girip çıkacak yer bulamayışı...İçimizi patlatacaktı anasını satayım! Hayalimizin çok çok ötesinde bir oda. Camda perde var ama; korkuyoruz açmaya. "Açınca deniz mi görünecek sence Oya?" Bilmem...geminin motoruna bakmıyorsa kesin denize bakıyor bu pencere Özlem! Hadi aç da ne olacaksa olsun. Bitsin bu işkence!
Ve açtı...
Çarşaf gibi o masmavi deniz  içim(iz)e aktı...
Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi.
Mutluluktan ölünseydi, o an ölebilirdim...Hiç sakıncası yoktu.
O gün bir kez daha anladım ki gerçek mutluluğun bedeli de yoktu.
Yanlış hatırlamıyorsam 120 euro gibi komik bir paraya (yapacaklarımızın bedeli olarak düşününce) almıştık o turu. O günki değeri bugünden daha ucuzdu. Yani biz 120 euroya sanırsın dünyaları almıştık. Bizdeki hissiyat buydu.
 Bugüne kadar gördüğüm şehirlere bir kimlik verecek olsam, onları hayatımda çok sevdiğim (seveceğim) insanlarla özdeşleştirerek yeniden formlandırsam, hangisini kimin yerine koyardım diye düşündüm bugün. Paris eşsizdi mesela. "Tam hayal ettiğim gibi!" cümlesini onun için kurmuştum. Prag başka türlü bir şeydi. Masal şehri diyorlar ya, az bile söylüyorlar. Yirmi kere daha gitsem, yirmi birinciyi gene isterim! Viyana aşk gibi değil aşkın ta kendisiydi. Bütün sokaklarında klasik müzik çınlıyor ve her köşe başında bir çift yiyişiyor anasını satayım. Evet öpüşüyorlar diyemedim zira öpüşmek çok masum kalıyor durumu izah etmek için. İnsanlar baya bildiğiniz şehvetle öpüşüyor sokak ortasında. Ne zaman aklıma Viyana düşse öpüşen bir çift geliyor hemen gözümün önüne...Budapeşte hayallerimin ötesindeydi. Tepeden gördüğüm o ilk anın duygusunu  hayatımın sonuna kadar unutmayacağım. Londra başka bir alemdi. Bir ecnebi memlekette yolumu kaybetip kendi kendime bulmayı orda öğrendim. Garip bir özgüvenle otobüste uyuya kalmışlığım da var; bir akşam üstü elimde birayla bir barda salınırken, saçları diken diken bir adama takriben kırk kırk beş dakika süresince aşık olmuşluğum da! Yüz tane fotoğrafını çektim. Gıkı çıkmadı. "Sen ne yapıyosun orda öyle acabaaa!" demedi. :) Hatta bence egosu okşandı. Hoşuna gitti...O da kendince o anın keyfini sürdü. Bla bla bla. Diyeceğim şu ki; hepsini al birbirine vur, bir İstanbul edemez gönlümde. Daha iki gün önce Beyoğlu'nun altından yürürken karşıdan gelen bir amcanın gezdirdiği o koyun!!! İşte bu yaaa! diye çığlık atasım geldi. Ne zaman karşına neyin çıkacağı belli değil. Evet çok acayip şeyler dünyanın her yerinde karşına çıkabilir. Ama hangisinin merkezinde bir allahın kulu koyun gezdirir!? :) Evet traji komik. Evet absürd. Evet çok tuhaf; hatta saçmalık ötesi. Ama bu! Bu İstanbul işte. Başka bir İstanbul yok! Bu yüzden içimden bir his diyor ki; bu kez aldatamayacaksın! Kaçsan da saklanamayacaksın. Başın büyük belada kızım! Benden söylemesi.


Not: Bu çok başka bir yazı olacaktı. İçimden bunlar çıktı. Bazen böyle oluyor...Ben de ellemedim. Bırak dağınık kalsın dedim. Şehirleri hayatımdaki insanlarla eşleştirme oyununu bilahere oynayacağım. Ama zaten yazmak istediğim yazının ana fikrini de söylemiş oldum. Kralı gelse İstanbul'u aldatmam. Kralı gelse İstanbul'la aldatırım!!



Yorumlar

  1. İstiklal'de sık görüyorum, o oldukça "renkli" koyunu, popülerlik bağlamında koyunundan medet uman sahibi ile birlikte. Koyun da sağ olsun, adamın peşinden hiç ayrılmıyor isminin hakkını verip de :)

    Geleyim İstanbul ile başka şehirlerin kıyasına. İstanbul elbette çok güzel bi'şehir. Bahşedilmiş olan güzelliği, insan eliyle yok edilmesine ve hoyratça istismar edilmesine rağmen... Bir Prag, Budapeşte ya da Viyana olma şansını çok eskilerde kaybetmiş. Bu üç şehir de, masallardan fırlamış gibidir. Her şey o kadar güzel, o kadar estetik ki bu şehirlerde. Onlarla bizim aramızda, hiç kapanmayacak bir uçurumun hazin varlığını haykırır size o şehirler fiziksel yapısı ve sosyal hayatı ile. Kornoya bile basmaz sürücüler, göremese de trafiğin neden akmadığını. Bilir ki kimse keyfi yeredurmuyordur, bir zorunluluk hâli vardır ve kornoya basmakla trafik açılmayacaktır. Bizde ise basar kornoya yırtınırcasına. Görmese de yolun ilerisini, bilir, birisinin keyfi olarak durmuş olabileceğini, kendisi gibi.

    Manda ve himayenin kabul edilmesine mani olan Erzurum Kongresi'ne tepkiliyim bu yüzden. Belki, korunmuş olurdu İstanbul ve diğer şehirler, diğer Avrupa şehirleri gibi.

    Kültürel mirasın korunmuş olması da yetmez hem, bir şehrin her şeyi ile sevilmesi için. Bizde bu olmadığı gibi, şehirlerde yaşayan insanlar üzerinde, hem kamunun hem de mahallenin baskısı söz konusu. Sıkıysa "yiyişsin" bir çift öyle uluorta. Etrafta, polis yoksa sizi gözaltına alacak, mutlaka durumdan vazife çıkartarak, mahallenin namusunu kurtaracak bir namussuz vardır. O sebeple, kamunun ve diğer insanların, huzur bozmadığı sürece insanın hayatına karışmadığı şehirleri seviyorum ben.

    O yüzden, gittiğim pek çok ülkenin, kimisi eğlence, kimisi dinginlik, kimisi de her ikisini birlikte sunan pek çok şehrinde, burada yaşanılır hissine kapılırım ben.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Anlaşıldı, sen düzen seviyosun :)) Kafamızda her şeyi idealize ediyoruz ama; gerçekler İstanbul!! ben sana diyim :)) Dünyanın en düzgün insanına aşık olmak gibi o söylediğin...herkes bunu ister ama herkes o insandan çabuk sıkılır. Nerde başı bozuk! :P serseri mayın misali ne zaman nerde patlayacağı belli olmayan bir insan (bir şehir!) var; hep daha caziptir. Bence içten içe sen de bunun böyle olduğunun bilincindesin. Ama o an yazarken naif şeyler hissediyormuşsun belli ki. Durmadan alaşağı ediyoruz ama kaos güzeldir...düz yol insanı sıkar. Fazla düzen de insanda zehirlenme duygusu yaratabilir bir süre sonra. Çocukların yanında küfür etmeyin!! Tamam şahane tamam ideal olan budur. Ama tam ağzının kenarına en doğru zamanda gelip yerleştiğinde ...tirgit demenin keyfi neyde var??? Hadi bana bi söyle :)) İstanbul öyle işte!!

      Sil
    2. Bildiğin yanlış anlaşılma bu işte! :) Düzen değil özgürlüktü benim vurgu yaptığım. Ama bu özgürlük, toplumsal mirasla devrolan kültürünün ve bu kültüre ait somut değerlerinin şahsi ranta tahvili gibi bir özgürlük değil elbette ve/fakat olan bu. Kastettiğim, sizin verdiğiniz örneklerde altını çizdiğim türden özgürlük. İstanbul ve ülkeyi yöneten mantalitenin, asla tahammül edemediği ve baskı altına aldığı türden yani...

      Bugün, tarihi kimliği ve değerleri Prag ya da Viyana kadar korunmuş, kültürel mirası bugün bile capcanlı olan ve insanların özgürce, içlerinden geldiği gibi pek doğal davranabildiği bir İstanbul, bugünküne yeğ tutulmaz mıydı!

      Aslında, istediğim şey kafamda idealize ettiğim şeyler değil, ütopya hiç değil. Yazınızda andığınız şehirler, bir tasavvura yer bırakmayacak ölçüde ideal sayılırlar bence :)

      Hem, tam tersine, ben düzenin değil de telaşın, koşuşturmanın ve hatta, adeta kaosun hakim olduğu şehirleri belki biraz daha fazla sevdim. Hindistan misal. Oradaki hayat, en çok özlediklerinden kesinlikle.

      Zaten, gündelik hayatım bir yana, benim gibi sırt çantalı gezginlerden olan birisi ile "düzen" sözcüğü aynı cümleye pek sığmaz da ;)

      Sil
    3. Çok pardon ya! :) Ben yazdıklarının bi kısmını cevaplamışım sadece. Biraz ondan kaynaklanmış. Özgürlükle ilgili söylediğin her şeyin altını imzalıyorum tabi! Aksini düşünemem bile. Sen ne iş yapıyosun bu arada tam olarak. Bu "gezegenlik" nereden geliyor? :) İşin icabı mı çok geziyosun yoksa ruhun mu göçebe? :))

      Sil
  2. Ruhum göçebe elbette ki :)

    İş için gitmeyi angarya sayıp, mümkünse başkasına yıkarım. Bir günlük veya üç-beş günlük yoğun, toplantı ya da eğitimle geçecek bir iş ziyareti bana göre değil hiç. İş icabı gittiklerimi, yurt dışına gittim bile saymam ve konuşmalarımda bahsi geçmez de. Yıllık izinlerimi alıp gittiklerimdir benim için anlam taşıyan. Kendimden başka hiçbir sorumluluğum yoktur böylesinde. Bir hafta gittiğim de oldu Karadağ gibi, 35 gün gittiğim de oldu Güney Amerika gibi. Veya yirmi, yirmi beş gün süren gezilerim. Ama hepsinin ortak özelliği, sürenin yetmemesi oldu. Mesela, Myanmar ve Kamboçya'yı geziyorsun ama Laos ve Vietnam kalıyor. Bi'daha gitmek gerekiyor aynı tarafa. Trans Sibirya'da, kimi yerlerde kalışımı uzattığım için, programdan çıkardığım yerler oldu. Latin coğrafyasında pas geçtiğim yerler var. Hindistan'a indiğimde alanda tanıştığım bir kız vardı. Üçüncü gelişiydi ve altı ay kalacaktı. Ben ise yirmi gün gececektim. Gezmek öyle olur işte, benimkisi gibi değil de :)

    Konuyu çok dağıttım ya, pardon. Gezmek deyince çenem düşürüyor. Mazeretimin makbul bulunmasını diliyorum :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

hoşgeldiniz

Bu blogdaki popüler yayınlar

Peki'yi kim icat etti?

ERTUĞRUL ÖZKÖK: CENAZEM KİLİSEDEN KALDIRILSIN İSTİYORUM!

Rötarlı: Grinin Elli Tonu