YEMEĞİ YEMEYİP TADANLAR HAYATTA HER ŞEYİN AZICIK UCUNDAN ALANLAR!

Herkes benim gibi olmak zorunda değil. Ben nasıl desem...her şeyi biraz taşkın yaşarım. Büyüte büyüte...Mesela aşık olduğum adamın yanağına kibir kibar çıtı pıtı bir öpücük konduramam pek. Çok yorgun değilsem şayet! :) Ya kocaman coork diye öperim. İki mahalle öteden duyulur sesim. Ya da mümkünse direk ısırırım filan.Yemeği de öyle çok kibar kibar yiyemem. Hele ki kan şekerim filan düşmüşse, elim ayağım titremeye başlamışsa...çekilin önümden. Allah yarattı demem. Bir tek hayatta beni çok heyecanlandıran şeyler karşısında iştahım kesilir. Mesela yolculuğa çıkacaksam valiz hazırlarken, mesela uçaktan atlayacaksam (bu yıl kesin atlayacağım,şayet ölmezsem:)) mesela çok özlediğim bir insanı göreceksem bla bla bla. Var bir kaç şey daha ama hepsini sıralamaya gerek yok şimdi. Siz anladınız beni. Bugün bir arkadaşım bir olay anlattı. Eski çalıştığı yerde yazdığı bir yazıda  "acıktık, yedik" kelimelerini kullandı diye uyarılıyor. Neden? "Çünkü yemek yenilmez, tadılır" deniyor.  "Şakaaaa! di mi?" diyorum. "Yok valla!" diyor. Yıkıldığımın resmi.
Okuyanlar mutlaka hatırlar diye tahmin ediyorum. Bir zaman önce bir Ezel Akay röportajı yapmıştım hani. "Bir yemeğin sunuşu sizce nasıl olmalı?" demiştim. Şöyle cevap vermişti  " Ağaçtaki bir demet maydanoz gibi...Hiç bir düzen yok orda;  ama acayip bir karar var. Ezersen başka kokar, doğrarsan başka kokar. Yemeğin görüntüsünün insanı korkutmaması lazım. Ye demeli o sana; bak dememeli. Ben hoşlanmıyorum o özenilmiş tasarlanmış şeylerden. Beni çatal ucuyla al, bana batır, bana kaşıkla dal demesi lazım. Dolayısıyla klasik bir güzelliği olamaz onun. Hayvani bir güzelliği var. Biz ona türümüzün devamı için bakıyoruz. Arkaik olmalı o. Bizim diğer eylemlerimize benzeyemez. En derin en hayvani arzularımıza benzemesi lazım. Bu da tasarlanamaz. "
Ansiklopedik bilgi diye basıp dağıtasım var bu cümleleri. Gene abartıyorum. Gene coşku yapıyorum belki ama; çok derin bir hayat felsefesi yatmıyor mu bu cümlelerde!? Bu söylediklerinin gerçekliğine kim itiraz edebilir? Sadece yemek değil mesele. Hayatta yaşadığımız her şey için geçerli bu söyledikleri. Kim ne derse desin tasarlanmış hiç bir şeyde doğallığın gücü yoktur. Hiç bir olağanüstü tabak iyi bir esnaf lokantasında yediğiniz kuru fasulye ve pilavın yerini tutamaz! Bunu bir önerme olarak söylüyorum tabi. Tabağı tabak gibi, fasulyeyi de fasulye gibi yormayın. En mutlu anlarımız bir gün öncesinden deli gibi hazırlık yaptığımız anlar değil. Öyle olmuyor...En güzel seyahat aylar öncesinden planlanmış her ayrıntısı düşünülmüş seyahat de olmuyor. iki yaz önce Fethiye'de üç kız gittiğimiz Macera Kampı'nda aldığım zevki yaptığım hiç bir tatilde almadım ben. Denize girmek için imanımız gevriyordu çünkü üç dört kilo metrelik bir dağdan, çalıların çırpıların arasından ayağımıza taşlar kayalar bata bata iniyorduk. Çadırda değil yatmak, sadece üstümüzü değiştirmek için girip çıktığımızda başımızdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oluyorduk. Derme çatma ağaçtan bir terasın tepesinde belki bin yıldır yıkanmayan yastıkların üstünde leş gibi çarşaflara sarılarak yattık. Etkinlik peşinde koşacağız diye birimiz kaç kilo metrelik mesafeyi kırk beş derece güneşin altında bisikletle geçti. Kimimiz ille denize dalacağız diye sabaha karşı dörtte yatıp sabah altıda kalktık. Hayatımda ilk defa gece kanosu yaptım. Gündüz bile çok açıklara gitmekten korkan ben gece denizde yüzmenin hazzını yaşadım. Tamam korktum. Suyun içinde bir süre gözümü açamadım; hatta ilk üç dakka ne olur getirin şunu çıkacağım diye yalvardım. Kimse zikine takmadı tabi. Eşşek gibi yüzmek zorunda kaldım. Ama kıyıya geldiğimde benden mutlusu yoktu. Her kim gittiği bol yıldızlı bir otelde bundan daha büyük bir haz yaşadığını söylüyorsa bilin ki yalan söylüyor. İnanmıyorum. İnsanı en mutlu olduğu yer doğaya en yakın olduğu yer. Kimse yemesin birbirini. Bu yüzden işte evde sırtını kaşıyarak yattığın koltuğun keyfi de başka hiç bir yerde yok. Diyeceğim şu ki yemeği yemeyip tadına bakanlar bence hayatı da dibine kadar yaşamayıp azıcık ucundan tadanlar...Yazık onlara!...Siz beni dinleyin. Hep daha derine atın kulaçlarınızı... Kıyıdan kıyıdan yüzenin bir bok bildiği yok hayatta. Ben size diyim. 

Yorumlar

  1. "Kamu Spotu"(!) tadında bir yazı olmuş. Aklı başında olmayanları, aklını başına devşirmeye davet içeren, hayatı yaşadığını sanıp da aslında hayatı ıskalayanları isabet kaydetmeye teşvik eden türden bi'yazı.

    Hiç de yabana atılmaması gereken mesajları hayatına taşıyabilene ne mutlu...

    Söylenilenlerin hepsinin altına atarım imzamı. Zaten gezmek, sokakta olmaktır benim için; kalabalığa karışmak, onlar gibi yemek, onlar gibi eğlenmek. Zaten yemek, insanın hayata doğduğunda ağlamaktan sonraki ilk eylemi bence. Alabildiğine doğal davranmalı insan. Bebekliğindeki gibi tıpkı. Annesinin memesini kibarca dudakları arasına alıp da,a ynı kibarlıkla devam eden bebek var mıdır! Hoyrattır içgüdüsel olarak. Büyüyünce doğallıktan uazaklaşmak niye!

    Ama yıldızlı oteller yerine, çadırdan dışarı başımı uzattığım o gece karanlığında, yıldızları o kadar çok ve iri görmeyi tercih ederim. Hele, Kaçkar tırmanışında, gecenin 03:30'undaki o gökyüzü manzarasını unutamam asla. Yıldızlar, kement atılıp aşağı çekilecek kadar yakındı adeta...

    O güne kadar, denize gece girmemenizi yadırgadım ama. Hiç de yakıştıramadım size :)
    Gerçi, kaldığım otellerde, şimdiye kadar benden başka kimse de görmedim, iskeleden, aşağısı görünmeyen karanlığa atlayan. Demek ki normal olmayan biziz :D
    Aristo; "Bir miktar delilik karışımının bulunmadığı mükemmel bir ruh yoktur." dese de, bu miktar esaslı oranını teşkil etmeli bence terkibin :)

    Delilik de bir yere kadar elbette. "...bin yıldır yıkanmayan yastıkların üstünde leş gibi çarşaflara sarılarak..." da yatmam. Gerçi, Hindistan'a, oranın saati ile gecenin bir yarısı varıp da, otelin yolladığı taksi ile ayarladığım otele geçtiğimde, ilk dört yastık kılıfından sonra pes etmiş ve yatmıştım artık :)

    Bir de... Denize girmek için indiğiniz dağ 3-4 kilometre değil de 300-400 metre olsa, Kelebekler Vadisi diyeceğim bahsettiğiniz yere ama değil belli ki ama yazın o sıcağında, denize ulaşmak için verilen o uğraş ne de güzel olur doğrusu :)

    YanıtlaSil
  2. Valla mecbur kalınca yatılıyor. Uykusu da acayip tatlı oluyor. Ben sana diyim. :) Ölünmüyor da! Şekil A :) Kelebekler vadisi değil. Yerin tam adını şimdi ben de hatırlayamadım ama direk ölüdenize iniyorduk. Senin kadar coğrafi bilgim de yoktur eminim. :) Belki bu ipucundan yola çıkarak sen doğru bir tahmin yapabilirsin. Ve bildiğin uçurumdan aşağı iniyorduk. Son olarak istanbul'a ne zaman geliyorsun?

    YanıtlaSil
  3. Babadağ'ın zirvelerinden birisidir indiğiniz o zaman. Gerçi, güneşin kavurucu etkisi ile atılan her adıma rağmen uzaklaşan deniz, altimetreyi birazcık zorlamış ve ölçümde hata olmuş kanaatindeyim ama bunun da tıpkı sıcaklık gibi, "ölçülen" ve "hissedilen" olarak iki ayrı etkiye sahip olduğu muhakkak. O sebeple 3-4 km inilmiş kadar, -hatta belki fazlasıyla- etki yaratmıştır o yol :)

    İstanbul için nirengi noktam erguvanlar ama henüz pek taze olan şu nisan ayının sonu ya da mayısın başı gibi gelirim herhalde. Yeter bunca ayrılık :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

hoşgeldiniz

Bu blogdaki popüler yayınlar

Peki'yi kim icat etti?

ERTUĞRUL ÖZKÖK: CENAZEM KİLİSEDEN KALDIRILSIN İSTİYORUM!

Rötarlı: Grinin Elli Tonu