AYŞE ARMAN: YÜZ YIL YAŞAYACAĞIMI BİLSEM GENE ÖMER'LE YÜRÜMEK İSTERİM BU YOLU...

Evindeyiz bir gün. Balkonunda kahve içiyoruz. Babamı anlatıyorum ona… Evlatlık olduğunu ve bunu düğün gününde, damat traşı olurken öğrendiğini… Sonra geçiyorum başka konuya, sonra bir başkasına… Bir saat, belki daha fazla bir zaman geçiyor. Birden şöyle diyor. “Benim aklım hala babanda Oya! O an ne hissetti… Yüzünde nasıl bir ifade belirdi… O gece annenle seviştikten sonra uykuya kolay kolay dalabildi mi…Yoksa o yastık yüzüne battı mı?”
İşte bunlar hep merak!
Ayşe Arman için çok şey söylemek mümkün. Evet çok çalışkan; çok özgün. Türkiye’nin belki de en nev-i şahsına münhasır gazetecisi o! Yapılmayanı yapıyor, sorulmayanı soruyor. Ve bunu bin yıldır çıtayı hep daha yükselterek devam ettiriyor. Nasıl mı? “Bir sır varsa da, en azından ben bilmiyorum” diyor. O sırra ermek mümkün değilse de, en yakın bilgiyi veriyorum şu an size. Ayşe Arman merak ediyor… Benim babamı, senin kaşındaki yara izinin kimden kaldığını, ötekinin neden o esnada, kolunda saat olmadığını… Bu yüzdendir belki de, kendisinin de hep, bu denli merak uyandırması. Ben sordum… o anlattı…

Ağustos sıcağı… Yaşın 7 olsun,  baban Omega saatini Akdeniz’in derin sularına bırakıyor… O metal saat, kıvrıla kıvrıla dibe gidiyor… Dalıyorsun suyun dibine, saati alıp çıkarıyorsun.  Babanın yüzündeki ifade? Ve o ifadenin sana hissettirdikleri…
-Aaaaa ne şahanesin! Birden o ana geri döndüm… Babam, şimdi karşımda. Gözlerini kısmış bana bakıyor. Yüzünde muzip bir ifade. Eğleniyor, dalga geçiyor. O da ne! Yaşasın, babam benimle gurur duyuyor. Onaylıyor. Şu anda benden mutlusu yok… Galiba benim meselem de bu: Hayat boyu, babam benim onaylasın diye uğraştım!.. Saatini denizin dibinden çıkarabildiğime seviniyor, “Afferin benim güzel kızıma!” diyor. Kendimi başarılı hissediyorum. “Daha da derine dalarsın sen!” diyor. Bana güvenmesi beni inanılmaz mutlu ediyor. Babam beni biraz da “erkek kızı” gibi severdi. Bütün Adana yıllarım boyunca erkek Fatma’ydım ben. Zaten erkek çocuk diye beklenmişim. Hatta adım da Kaya olacakmış…
Benim de Ayşe Arman’a bakınca gördüğüm “gözünü budaktan sakınmayan” bir kadın. Demek ki çocukken de öyleydin…
-Evet. Cam güzeli olmadığım kesin. Hep sokakta geçti hayatım. Paten kayan, ağaçlara tırmanan, bisiklete binen, dizleri sürekli yara bere içinde bir çocuktum. “Şuraya tırmanamazsın!” derlerdi. İnadım inat, tırmanırdım. “Şu kayalıktan suya atlamazsın…” Korkardım ama atlardım. Bir şey yaptırmak için “Yapamazsın!” demen yeterliydi…
Karakterinin en baskın özellikleri kimden geliyor peki?
-Annemden de babamdan da öğrendiğim bir sürü şey var. Yaptığım işi tutkuyla yapmayı annemden öğrendim mesela. Mami, dünyanın en tutkulu ve tutturuk kadınıdır. Annem balerin benim.  Munih’te konservatuarda okuyor, sonra Bern Opera ve Balesi’nde dans etmeye başlıyor. Babam ise Avusturya Lisesi’ni bitiriyor ve üniversite okumaya Almanya’ya gidiyor. Tesadüf bu ya, o da Münih’e gidiyor. Aynı sokakta yaşıyorlar, aynı cafelere gidiyorlar. Ama hiçbir zaman karşılaşmıyorlar. Sonra annem, konservatuarı bitirdikten sonra Bern’e gidiyor, babam da Bern Üniversite’sinde eğitimine devam etmeye karar veriyor. Kadere bak ki, İsviçre’de kapı komşusu oluyorlar! Veronika, “Tirbüşonunuz var mı?” diye kapısını çaldığı komşusu Mehmet’e aşık oluyor. Evleniyorlar, Adana’ya geliyorlar. Tabii Mami’nin dans kariyeri bitiyor. Adanalı tanınan bir ailenin gelini oluyor…
Eeee?
-Eeee’si üç çocuk doğuruyor. O zamanlar Adana’da bale okulu açmak, ‘Yok devenin bale pabucu’! Ama Mami, bu hayalinden hiç vazgeçmiyor hep bir gün bunu yapacağını söylüyor. Ben 13 yaşındayken filan, annem bu hayalini hayata geçirdi. Yaptı yani! Ama Allah’ı var, babam da çok yardım etti. Annemden, kafaya takmayı öğrendim. Şu hayatta hiçbir şey kafaya takmadan olmuyor. Takacaksın! Ama insanın kafayı taktığı şeyi gerçekleştirememesi gibi bir şey de yok. Benim tutturuk halim annemden miras. Yaptığım işi tutkuyla yapmayı ya da tutkuyla yaptığım işe dört elle sarılmayı annemden öğrendim…

Babandan peki…
-Babam çok dürüst adamdı. Ama grisi yoktu. Hayat onun için ya siyah ya beyazdı. Ve inattı. Pire için yorgan yakardı. Ama şahaneydi. Kimseye eyvallahı olmayan benim de hallerim vardır, işte o deli hallerim babamdan miras!
Sen hep üzerine konuşulan bir insan oldun. Başlarda çok eleştirildin ama sonra ‘Ayşe Arman gazeteciliği’ diye bir kavram çıktı. İnsanlar üzerine tartıştı. Üniversitede tez konusu oldu. ‘Ayşe Arman gibi olmak’  ‘Ayşe Arman-laşmak’ –  ‘Ayşe Arman’lıkta Ayşe Arman’ı geçmek gibi  tabirler kullanıldı. Bunlar kulağına nasıl geliyor?
-Bir şekilde, iltifatlara da, hakaretlere de çok kulak asmamayı ve yoluma devam etmeyi öğrendim. Önemli olan yoldur, emektir, çabadır ve çalışmaktır. Ölene kadar çalışmak gerekiyor!!! Hepimiz için geçerli bu. Çalışmazsan, üretmezsen ayakta kalamazsın, bu kadar basit. 25 yaşında köşe yazmaya ve röportaj yapmaya başladım. Şimdi 45 yaşındayım, 20 yıldır hala, o ya da bi şekilde insanlar benim hakkımda konuşuyorsa, bu iş üretmeye devam ettiğim içindir…
Peki ‘Ayşe Arman-lık’ sence nedir?
-Hiçbir fikrim yok. Ben, benim. Başkasına benzemeye çalışmıyorum. Olmadığım biri gibi gözükmeye uğraşmıyorum. Mal bu! Bu, galiba işte Ayşe Armanlık. Yani samimiyet. Samimiyet öyle bir duygu ki, yamuk yapamıyorsun, miş gibi olmuyor, çünkü samimiyet insanlara geçiyor. Varsa var, yoksa yok… Ben gerçekten aşk duyduğum bir işi, aşkla yapıyorum. Eğleniyorum. Bir sürü şey öğreniyorum. İnsan hikayelerine ölüyorum, bitiyorum. Bunları da yazıyorum. İç dünyamı da anlatıyorum. İnişli çıkışlı bir tipim. Bir uçtan bir uca savruluyorum. Hep bir öğrenme halim var. Her şeyi abartma halim var, çocuk gibiyim aslında. Her yaptığım röportaj, benim için dünyanın en önemli röportajı… Böyle saçma bir tipim…
 “Ben yaptım oldu!” diyor musun???
-Haşa! Üç hafta yapma, bak bakalım ne oluyor… Yoksun o zaman… Ne kadar ekmek, o kadar köfte! Her Pazar iki saat mutluyum, o kadar, sonra unutulup gidiyor yaptığın röportaj, sil baştan yeniden başlıyorsun. Ama bak, ben üç tane iş yapıp yorulanlardan değilim, uzun yol koşucusuyum, maratoncu yani! 20 yıldır neredeyse her Pazar işi yapıyorum. Şu memlekette en çok röportaj yapmış insanlardan biriyim. Çözdüğüm kasetler dünyayı döner…

Kendini ‘bir adet şeffaf telefon’ gibi tarif ediyorsun.  Bize yansıyan da bu oldu hep. Çok açık ve net bir kadın görüyoruz sana bakınca ama senin bile karşısında ‘soyunamadım’ dediğin bir durum ya da bir insan olmuştur muhakkak…
-Elbette! Tırstığım, korktuğum, o yüzden de kendimi kapattığım bir sürü an olmuştur, olmaz mı? Ama bunu da itiraf etmişimdir. Korktuğumu da söylerim ben. Gerçekten açık sözlüyüm. Ama ben açık sözlü ya da cesur olmak için bir çaba sarf etmiyorum. Ben böyleyim. Yapım bu. Hesaplı kitaplı bir şey değil yani. Malzeme bu. Bir de, galiba utanma duygum az. Benim üzerine konuşamayacağım, soru soramayacağım hiçbir konu yok. Bence, utanılacak tek şey dürüst olmamak. Tarsus Amerikan Lisesi’de okumak da beni şekillendiren yerlerden biriydi. Özgür yetiştik biz. Her şeyi sorabilirdik, sorgulayabilirdik, e o zaman daha açık ve direkt bir insan oluyorsun…

HİÇ "ONE NİGHT" YAŞAMA FIRSATIM OLMADI Kİ!
Bir yandan da  dünyanın en özgürlükçü kadını gibi duruyor olsan da, hatta marjinal bir hayat yaşıyor gibi görünsen de bazı konularda inanılmaz tutucu olduğunu düşünüyorum. Mesela, ‘Aşk eşittir seks’ tarifin. Bu düpedüz “Aşık olmadığım adamla yatmam, sevişmem” demek çünkü. Ya da “Hiç one-night yaşamadım” demen. Gerçekten yaşamadın mı?
- (Gülüyor) Yaşama fırsatım olmadı ki! “One night stand olur” diye başladığım şey, 6 yıl sürdü… Uzun sürüyor benim ilişkilerim. Bu da hoşuma gidiyor aslında. Seksi, sadece bir gece yaşayıp, sonra hiçbir şey olmamış gibi hayata devam edemeyecek kadar değerli buluyorum. Belki seksi ayağa düşürmeyi de sevmiyorumdur, kim bilir…  Benim için şöyle yani: Biriyle sadece bir kere yatağa gireceksek, hiç girmeyelim. Çoooook güçlü şeyler hissetmiyorsak da girmeyelim… Seks, aşkla olunca güzel. Ben yaşadığımız ilk seksin de, sonraki ilişkilerimiz için çok belirleyici olduğuna inanıyorum. Benim ilk cinsel deneyimim de çok aşık olduğum biriyleydi. Ve 7 yıl birlikte olduk. O yüzden bu konularda biraz eski kafalıyım. Seks benim için gerçekten aşk. Aşk da seks. O yüzden de sadece “Merhaba” dediğim biriyle yatamam. Çünkü tanımam, etkilenmem, zaman geçirmem, baştan çıkmam, hayranlık duymam lazım. Seks o kadar şahane bir şey ki, uyduruk halini yaşamak istemiyorum. Her şeyi hakkını vererek yapmak lazım, sevişmek de benim için öyle…
Diyorsun ki  “Alya büyüdüğünde ona öğretmek istediğim şeylerden biri, sakın gurur için bir şeyleri feda etme!" olacak.  Gurur, biraz da kibirle eş değer bir şey  mi senin için? 
-Evet. Hele söz konusu aşksa, insan gurursuz da oluyor, olabiliyor… Kural tanımıyor aşk… İnsan aşık olunca maymun da oluyor, olabiliyor...
"Ben küs kalamam mesela. Kin tutamıyorum. Hafızam kaydetmiyor bu tip şeyleri. Bir arkadaşım, “Bilmem kim sana şunları şunları yapmıştı! Nasıl hatırlamazsın!” demişti bir kere, gerçekten hatırlamıyordum. Sonra eklemişti: “Senin affetme duygun yalama olmuş!” Doğru! Ama bu halimi de seviyorum. Olumsuz duyguları taşımamak iyi bir şey. Bunca yıl içinde bir sürü şey söylediler hakkımda, onlar konuşa dursunlar, ben iş üretmeye devam ettim. Bazıları iyi oldu, bazıları olmadı ama hep devam ettim. Aslolan da bu zaten…”

Canlı yayında izlemiştim seni fi tarininde. Bir ödül töreninde sunuculuk yapıyordun. Bir ara mikrofonu Bülent Ersoy’a uzattılar, senin için ‘ Yavrum sen nasıl güzel bi kızsın, ben seni seyrederken bir şişe rakı içerim, kuğu gibisin!’ dedi. Senin cevabın, “Siyahtandır, ince gösteriyor!” oldu. Bülent Ersoy devam etti. “O ayağının duruşu o nasıl zarif bir duruş!” Senin cevabın  ‘Kuliste uyardılar, ayağını öyle yap dediler. Yoksa çok da bildiğim bi şey deği!l’  Şunu merak ediyorum. Kötü eleştiri tavanken dimdik duruyorsun da, iltifat kabul etmeyi neden bilmiyorsun?
-Orta sınıf ahlakı! İltifat kabul edememe huyum var, doğru söylüyorsun! Çünkü benim için alçak gönüllülük esas. Mütevazı olmak önemli. Bir de, öyle kaygan bir zemin ki bu içinde olduğumuz dünya, ne iltifatları çok ciddiye alacaksın ne de küfürleri!  Tek bildiğim, sonsuza kadar çalışacaksın. Buna çok inanıyorum. İşçi arıyım ben. “Yirmi beş yıldır çalışıyorum artık bir yere geldim, hadi biraz yayılayım”  gibi bir duygum olmuyor, olamıyor. Sürekli işten kovulacakmışım gibi bir hisle çalışıyorum. Kafamın arkasında sürekli, “Bu daha iyi nasıl olur?” sorusu var benim ve hep daha iyisini yapmaya çalışıyorum. Bitmez tükenmez bir suçluluk duygusu…

NE ZAMAN BABAMI DİNLEDİM Kİ! BURNUMUN DİKİNE GİTMEYİ BABAMDAN ÖĞRENDİM BEN!
Bir de o çok ses getiren 40 yaş pozların var. Evli ve bir çocuk sahibiyken, kimilerine göre saygınlığın en tepesindeyken, senin “seksi” ama genel algının “çıplak” dediği o meşhur fotoğrafları çektirdin.  Baban yaşıyor olsaydı,  o fotoğraları yine çektirir miydin?
-Elbette! Ne zaman babamı dinledim ki… Kafamın dikine gitmeyi babamdan öğrendim ben! Tabi ki çektirirdim! Şu anda da banyomda asılı o fotoğraflar. Hatta 50’imde yeniden yapayım diyorum. Eğlendim Nihat’la çalışırken. Kavga da ettik. O öyle bir adam, bir sürü duyguyu aynı anda yaşıyorsun. Ama şahane bir fotoğrafçı. Bir sanatçı o. Bir sürü şey öğrendim ondan. Elimi, kolumu ne yapmam gerektiğini, bacağımı n’aparsam daha ince görünebileceğimi… Hala ondan öğrendiğim şeylerin ekmeğini yiyorum. O bir büyücüdür. Her kadının bir Nihat Odabaşı fotoğrafı olmalı.
Sana göre bir sürü şey çok normal… 25 yaşındaki Alya sana gelse ve 55 yaşındaki bir adama sırılsıklam aşık olduğunu söylese…
-Üzülürüm ama yapacak bir şey yok! Onun hayatı, karışamam, geçici bir delilik yaşadığını düşünürüm… Ve gerçekten geçmesi için beklerim. Geçer de… 30 yaş çok fazla çünkü… İnsanın içi titriyor çocuğu söz konusu olunca. Ama dediğim gibi kimsenin hayatına da müdahale edilemiyor. Nasihat filan da palavra…

Betül Mardin bir duayen. Onunla tanışan hemen herkesin dizlerinin bağı çözülebilir heyecandan.  Sen peki, ilk tanıştığınızda neler hissetmiştin? 
-Bütün gazeteciler Betül Mardin’i tanır. Ben de tanıyordum. Yirmilerimin başında tanışmıştım onunla, ama bir oğlu olduğunu bilmiyordum. Betul Hanım’a çok hayranlık duyuyorum. Çünkü kendini yenilemeyi ve yeni kalmayı başarıyor. Düşün 88 yaşında hala üniversitede ders veriyor. Öğrencilerin ders almak için sıraya girdiği bir hoca. Esprili, bilgili, merhametli, vicdanlı, tatlı, derin, sarkastik… Yeni çıkan kitapları okuyor, filmleri izliyor. Hep diri, hep canlı, hep günceyi takip ediyor. Bunun dışında ailesine de inanılmaz düşkün. Herkese, her şeye yetişiyor. Alya’yla ilişkisine de bayılıyorum. Çok sürprizli bir babaanne, Alya’nın görmediği müze yok, hepsine Betul Hanım götürdü. Bir ara her hafta sinemaya da gidiyorlardı. Alya’ın sevdiği bütün karakterleri biliyordu. Onu İstiklal marşının anlamını o anlatıyor ona. Sözlüğe nasıl bakılır, onu da babaanne öğretti. Müthiştir yani…
100 yıl yaşayacağını bilsen, gene Ömer’le mi devam etmek istersin bu yola?
-Kesinlikle evet! Ben dünyanın en şanslı kadınlarından biriyim. Çok aşık olduğum bir adamla birlikteyim. Ömer, şu hayatta benim başıma gelen en iyi şey. Çok iyi sevgilidir, tutkuludur, bir kadını nasıl mutlu edeceğini biliyor, düşüncelidir, zariftir, cömerttir, çok iyi babadır, ayrıca eğlenceli bir arkadaştır… Ve biz birbirimize çok açığız. Kavga ederiz ama hemen barışırız. Küs kalmayız. Hiç bir şeyi içimizde tutmayız. Şu dünyada kendimi Ömer’den daha yakın hissettiğim kimse yok.
Bana mesela senin ‘serserilikten’ daha çok hoşlanacağın duygusu geçmiştir hep…
-A sen Ömer’i salon erkeği mi zannettin! Ömer’in bir tarafı feci serseridir. Güzel olan öyle değilmiş gibi durması. Dengesiz bir terazidir o. Onun içinde bir sürü adam yaşıyor. Hepsini de seviyorum. İnanılmaz komplekssizdir. Ben bir sürü adam zor bir kadınım. O ise beni olduğum gibi kabul etti, değiştirmek için bir çaba sarf etmedi. Gerçek sevgi bu bence.
 “Ömer’le kurduğumuz bu hayat, kendimi daha değerli hissetmeme yol açtı. Ben aile kuramam zannediyordum, anne olamam, meğer öyle değilmiş… Onunla kurduğumuz bu hayat benim için çok değerli…






SAATİNİ ÇIKARMADAN SEVİŞEN ERKEKLER ÇORABINI ÇIKARMADAN SEVİŞEN ERKEKLER GİBİLER...

Ve benim en en sevdiğim yazılarından biri  "Sevişirken saatinizi çıkaranlardan mısınız?" başlığıyla yazdığın yazıydı. Yalnız başlıktan bağımsız olarak sadece sevişirken değil, bir olay bir durum karşısında kimlik olarak soyunmayı anlatan bir yazıydı aslında. Saatini en son ne zaman nerede ne için çıkardığını merak ediyorum…
-Röportaj yaparken, yüzük-müzük-saat ne varsa çıkarıyorum… Kendimi tamamen karşımdakine veriyorum. Teslim oluyorum. Karşındakini ruhen, kalben soymak istiyorsan senin de bunu yapman gerekiyor. Sen kendi kabuğundan kurtulamazsan, karşındakine bunu hiç yaptıramazsın! Nedense saatimi çıkarmak, bir tür, o ana dair şeylerden kurtulmak gibi geliyor… Saçma belki ama yapıyorum… Ve evet, sevişirken de çıkarıyorum… Saatlerini çıkarmadan sevişen erkekler, benim için çoraplarını çıkarmadan sevişen erkeklere benziyor!
Uçaktaysak en güzel yol arkadaşı olacak kitap?
-Kürk Mantolu Madonna! Okumayan herkes acilen okusun. Türk edebiyatının en değerli eserlerinden biri. Paul Auster’ın New York üçlemesi de olabilir…
Evdeysek en güzel sevişme mekanı?
-(Gülüyor…) Alya evde değilse evin her yeri...
Bir yol ayrımındaysan fikrine başvuracağın ilk kişi?
-Ömer. Ondan daha çok güvendiğim kimse yok çünkü…

EN GÜZELİ DE KAHKAHALAR ATARAK SEVİŞMEK

Yıllarca cinsellikle ilgili yazmadığın ya da sana  bununla ilgili sorulmayan bir şey kalmadı aslında. Farklı ne sorabilirim dedim ve aklıma Charles Bukowski’nin bir kitabında okuduğum şu dizeler geldi. “ Bazen hiç düzüşmemek, yarım yamalak bir düzüşmeden daha iyidir. Yanılıyor da olabilirim… Hatta genellikle yanıldığım söylenir.” Katılır mısın buna ?
- Benim için yarım yamalak da olsa, hele ki içinde aşk varsa, sevişmek, hiç sevişmemekten daha iyidir! İrili, ufaklı bütün sevişmeler güzeldir… En güzeli de kahkahalar atarak sevişmek…
Bu gece rüyanda kimi görsen sabahında çok mutlu uyanırdın?
-Ömer’i. Görüyorum da. Yanımda yatan sevgilimi, rüyamda da görmek hoşuma gidiyor. Dalgamı da geçiyorum. “Oha” diyorum, “Gerçek hayatta seninle seviştiğim yetmiyormuş gibi bir de rüyamda sevişiyorum!”


MASAL BU YA...
Masal bu ya; yağmurlu bi gece… Alya’yı uyuttun ama seni bir türlü uyku tutmuyor. Sığamadın bir yerlere… Bildiğin efkar bastı.  Anahtarları kapıp atladın arabaya.
Nereye gidiyorsun?
-Hava almaya… Her şey bastı.. Sıkıldım…
Arabada hangi şarkı çalıyor?
-Sezen olabilir… Eski dönemleri…
Evden çıkmadan aynaya bakmış mıydın?
-Hayır. Ama dikiz aynasında şimdi kendimi gördüm. Ve birden efkarlanmaya hakkım olmadığını fark ettim. Hayat kısa, saçma sapan şeylere takılmamak lazım…. Kendimizi bu kadar önemsememiz lazım… Ve en önemlisi hep şükretmemiz lazım. Acilen ilk çıkıştın eve geri dönüyorum!!!!

FOTOĞRAFLAR: EMRE YUNUSOĞLU 

ÖNEMLİ NOT: Röportaj basılı olarak calling dergisi temmuz sayısında yayınlanmıştır. Ağustos sayısında da Haydar Dümen'le gerçekleştirdiğimiz çok eğlenceli bir röportaj daha geliyoooor!...



Yorumlar

  1. Oyalamaca'yı bizlerin ihmali, unutmayın ki sizin ihmalinize dayanıyor efendim! Bakıyoruz yok, bakıyoruz yok, bakıyoruz yok... Umutsuzlukla ara veriyoruz bi'kaç gün bakmaya ve/fakat o arada yazınızı, daha henüz buğusu üzerindeyken yakalayamıyoruz.

    Neyse sözü uzatmayayım da Ayşe Arman'a getireyim sözü ;)

    Daha en başta, kız Ayşe’si böyleyse, bir de erkek “Kaya” olsa yanmıştık doğrusu, dedim kendi kendime :)

    Ha, bir de… Umarım çocukluğundaki gibi kolay gaz a gelmiyordur artık :)

    Ayşe’nin annesi de şahane kadın ama babada kendimi buldum. Tek farkım, yorganla birlikte yatağı da yakarım ben :)

    “Önemli olan yoldur…” sözüne katılmıyorum. Bu her zaman doğru değil bence. Hatta çoğu zaman. Belki de hiçbir zaman. Yol mu önemlidir, yoksa yolcu ve amaç mı! Bu sözüm, bir Machiavellianism vurgusu da değil elbette. Gerçi insanlık hep ikilemde kalmıştır; zarf mı mazruf mu, kılıç mı kın, yol mu amaç mı...

    “Başkasına benzemeye çalışmıyorum.” Sözünü de çok samimi bulmadım. Bizim mahalledeki AVM’ye,Arcadium’a, geldi de orada izledim bi’kuple de, “kırmızı bavulu” ile yapmaya çalıştığı şey bildiğin “stand up”tı işte. Bu, kendisine gazeteciliğin yetmediğini ve tatmini başka alanlarda aradığını gösteriyor bana. Yani Ayşe Arman’lık değil bu. İçine çırak bile sayılamayacak Cem Yılmaz ya da Beyaz kaçmıştı orada.

    “One night stand olur” diye başladığım şey, 6 yıl sürdü…” ile “Seksi, sadece bir gece yaşayıp, sonra hiçbir şey olmamış gibi hayata devam edemeyecek kadar değerli buluyorum.” Sözünü de hafiften çelişir gördüm. O 6 yıl süreceğini bilmediği ve o gece başlayıp biteceğini düşündüğü birlikteliğe kadar en azından, seksi, bir gece yaşanabilecek şey olarak da görüyormuş besbelli ;)

    Sonra, “Çoooook güçlü şeyler hissetmiyorsak da girmeyelim…” yatağa derken yazının sonlarına doğru “Benim için yarım yamalak da olsa, hele ki içinde aşk varsa, sevişmek, hiç sevişmemekten daha iyidir!” demesi de bir tenakuz. “...hele ki...” ile, içinde aşk olmasa bile, sevişmek, hiç sevişmemekten iyidir, manası çıkıyor ve aslında Arman’ın bu konuda kafasının karışık olduğunu gösteriyor bu ;)

    Aşk, gurur ve kibir ekseninde söylediği sözlerde pek haklı, çoğu zamanda gurur ve kibre yenik düşsek de orada. Ama hakikat, Mesnevi’sindeki aşk bahsindeki gibi onun düşüncesi de: “Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı...”

    Aşk hakkında böyle düşünen kadının, aşkta yaşa takılmış olmasını da anlayamadım doğrusu. İnsanın kalbi değil bedeni yaşlanır. “30 yaş çok fazla çünkü… “! Neye göre, niçin!
    Ayşe Arman’a imreneceğim aklıma gelmezdi ama, benim de affetme duygumun yalama olmasını isterdim doğrusu. “Olumsuz duyguları taşımamak iyi bir şey.” olmalı hakikaten.

    Nihat Odabaşı’ndan öyle bahsetmiş ki, senin blog bir de onunla röportaj ister gibi geliyor bana :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

hoşgeldiniz

Bu blogdaki popüler yayınlar

Peki'yi kim icat etti?

ERTUĞRUL ÖZKÖK: CENAZEM KİLİSEDEN KALDIRILSIN İSTİYORUM!

Rötarlı: Grinin Elli Tonu