MATMAZEL NE KADAR GÜZELSİNİZ BENİMLE EVLENİR MİSİNİZ?
ZUHAL TEKKANAT: BİR DE AH!... KEŞKE HİÇ AYRILMASAYDIM...
“Sizinle rakı içmek istiyorum” dedim. Şaşırdı bir an,
duraksadı biraz… Sonra o mavi gözlerini çakmak çakmak gözlerime dikti ve “ne
zaman?” dedi. Neden, hangi münasebetle değil,
sadece “ne zaman?” Siz ne zaman uygunsanız? dedim. Yeter ki “evet” deyin.
“Evimde ağırlamak isterim o zaman seni” dedi. “Önümüzdeki hafta sonu buyur gel.”
Gittim. Bir köpeği, üç kedisiyle yaşıyor Zuhal Tekkanat. İki odalı, müze gibi,
bütün duvarları Cemal Süreya fotoğrafları ve şiirleriyle dolu bir evde. Hiçbir
şeyi atamayan, atmaya kıyamayan bir kadın. Biriktirmiş… Aşkının hatırasını,
yazdığı mektupları, eski tarihli gazeteleri, dergileri… Birinin yazdığı bir hayran
notunu, oğlu Memo’nun kıyafetlerini, Cemal Süreya’nın kalemini, eve gelen
çiçekleri, her şeyi… Koca bir hayat orda öyle somut halde duruyor gözlerinizin
önünde. Sadece hatıraları değil, o hatıraların işaretlerini de taşımış
boynunda. Hiçbir nesne sadece “nesne” değil.
Kalem sadece kalem değil, Cemal Süreya’nın kalemi. Masa sadece “masa”
değil, üzerinde şiirler yazılan, “bak dün okudum, bir sürü yeni gezegen
bulunmuş” diye notlar alınan bir masa. Bazı insanlar öyledir hani. Neyin
yanında dursa onu yeşertir, can verir. Bir müddet suskunluk oluyor önce
aramızda. “Ne düşünüyorsun tam şu an?” diye soruyor bana. Diyorum ki üç gündür
elimde “onüç günün mektupları” var. Evirdim okudum, çevirdim okudum… Orda bir
yerde Cemal Süreya bir kahvede size mektup yazıyor. Tam o esnada kahvede bir
halk türküsü çalıyor. Cemal Süreya satır aralarında size durmadan türkünün şu
sözlerini yineliyor, “can alıcı bakışları gözünde gözünde gözünde…” Gözleriniz…
diyorum. Gözleriniz… Sağanak bir yağmurun habercisi gibi bulutlar geçiyor
gözlerinden Zuhal Tekkanat’ın. Ağlamıyor ama; tutuyor hepsini. Dedim ya, o
biriktiren bir kadın! Derken, “altınbaş kadehe yağ gibi doluyor” Ve ben
başlıyorum sormaya…
Babanız askerde
yazıcıymış. “Annem çok güzel türkü söylerdi” demişsiniz. Okul Kütüphanelerinde
hep başkanlık yapmışsınız…Biraz o günlerden bahseder misiniz? Nasıl bir aile,
nasıl bir çocukluktu sizinki?
-Babam çok sert otoriter bir babaydı. Annem de tam tersi,
yumuşak başlı, sabırlı bir kadındı. İlk çocukları olarak ben dünyaya geldim.
Benim arkamdan kız kardeşim ve iki erkek kardeşim daha oldu. İyi bir aile
yaşantımız oldu. Ben çocukken babam ikinci kez askere çağrıldı. İhtiyatlık
askerliği deniyordu o zaman ona. Altı yaşımda istanbul’a ihtiyatlık askerliği
için taşındık. Ben daha çok babamı severdim. Anneme göre daha akıllı, daha
derleyici, yöneticiydi. Okuldayken de birinci, ikinci, üçüncü sınıf dahil
müsamerelere seçilirdim. Dördüncü, beşinci sınıfta kütüphane kolu başkanlığı
yaptım. Ortaokulu Erenköy’de kudum. Elişine çok yatkınlığım vardı ve Fransızcam
iyiydi. Liseyi Kadıköy Kız Enstitüsü’nde okudum. O biter bitmez de Beyoğlu
Olgunlaşma Enstitüsü’ne devam ettim.
1938’de doğmuşsunuz.
Cumhuriyetin ilk yılları… İlk gençliğiniz nasıl geçti bu günlerle kıyaslayınca?
Çünkü hep o dönemlerin daha çağdaş olduğundan bahsedilir. Böyle bir mukayese
yapabilir misiniz?
-Hayır değil. Hiç değildi. Çok daha sıkıydı. Ödümüz patlardı
bir şey konuşmaya. Ben size söyleyim. İlkokul 5.sınıftayken ben, yönetim
değişti. Bir devir bitti başka bir devir başladı. O yaşta bir çocuk siyaset
nedir nereden bilir? Demek ki izliyormuşum bir şeyleri… Sokaktan geçiyorlar bir
gün. Camı açıp el sallıyorum onlara. “Hoş geldiniz” diyorum, yeni devrime! Tabi
bu hemen dikkate alınıyor. Ertesi gün müfettiş geliyor sınıfa. “Dün”
diyor, “bu pencereden kim el
salladı?” Her şeyin daha iyi olması için
çok büyük çabalar veriliyordu ama çok sancılı bir süreçti. O çocuk yaşımdan
beri güvendiğim bir şeylere sarıldım ve adımlarımı hep onlardan yana attım. Ama
kolay olduğunu kimse söyleyemez. O gün de zordu, bugün de zor!
İlk şiirinizi ilkokul
3. sınıfta yazmışsınız…
Doğrudur. Edebiyata hep tutkum vardı. İlkokul ikinci sınıfta
başladım hatta. Kar mı yağıyor, onun şiirini yazardım. Sokakta bir köpek mi
gördüm, onun acısını yazardım. Ne bileyim, yağmuru yazardım. Ama elişlerine de
çok yatkındım. O yüzden olgunlaşmayı düşündüm.
Ve ‘beşik kertmesi’
nedeniyle çok küçük yaşta evlendiriliyorsunuz…
-Maalesef isteğim dışında o şekilde evlendirildim. 18 yaşım
dolmamıştı daha. 19’
u bitirirken de kızım dünyaya geldi. Böylece yedi yıllık bir evlilik hayatım
sürdü. Kızımın babası askerdi. Ben de artık ev işleri, el işleriyle uğraşırken,
o arada bir yandan da günlük tutmaya başladım. Romanımsı bir günlük ama;
kitaplaşacak nitelikte koca bir defter yazmıştım. Ne var ki eşim kıskandığı
için yırttı onu. Daha ileriki zamanlarda da hayatına başka biri girdi zaten ve
ayrılık istedi.
O süreci nasıl
atlattınız? Neler hissetmiştiniz?
-Severek evlenmedim ama; tabi ayrılıklar acı veriyor insana.
Başta çok üzüldüm. Sonra bir şekilde atlattım o süreci. Babamın yanına taşındım.
Kızımla birlikte iki yıl süreyle babamla birlikte yaşadım.
Günlüğünüzü neden
yırtmıştı? Yazmanızla ilgili tam olarak duyduğu rahatsızlık neydi? Ve bu o
dönem için hevesinizi kırmış mıydı? Yoksa kaleme karşı daha mı çok bilendiniz?
Bunu ona sormak gerekirdi tabi. Onu ben değerlendiremem; ama
tahminim o ki asker olduğu ve o tabiatta bir insan olduğu için benim yazmam,
edebiyatla ilgilenmem ona bir şekilde ‘fazla’ geliyordu. Gereksiz olduğunu
düşünüyordu. Kıskançlık hissetti diye tahmin ediyorum. “Kır dizini otur, evinin
kadını ol, çocuğuna bak!” Buydu nihayetinde onun anlayışı. Bu beni yıldırmadı
tabi. Yazmama kimse engel olamadı. Bakmayın siz Cemal Süreya döneminde de
engellerim çoktu.
Onun yazmanızı çok
desteklediği söyleniyor halbuki!
-Şöyle destekledi. Hiçbir zaman görünür şekilde engel olmaya
çalışmadı. Ama mesela evliliğimizin ilk yıllarında yazdığım şiirler hep
kaybolurdu ortalıktan. Günahını almak istemem tabi ama; onun sırrına hala
eremedim. Bulamazdım sonra yazdığım şiirleri. Oğlum mu yırtıp yok ediyordu, Cemal
mi bir şekilde saklıyordu hala bilmiyorum. Ama bunların hiç biri uzun vadede
beni engelleyemedi. Ben hep bir şeyler üretmeliyim duygusuyla yaşadım. Hala da
öyle devam ediyorum. Ya resim çizmeliydim, ya dikiş dikmeliydim, ya şiir
yazmalıydım…
Öykü ya da romanla
ilişkiniz nasıldı?
Öykü ve romana yokum! Öykü bana hep fazlalık gelmiştir.
Roman daha da fazlalık geliyor. Az öz yazayım, öz konuşayım ama iyi şeyler
çıksın ortaya isterim. Hep böyle düşündüm, böyle de yürüdüm.
Babanız ve kızınızla
yaşadığınız o iki yıl nasıl geçti?
Evde küçük bir Japon teyibim vardı. Ona Orhan Veli’den,
Cahit Külebi’den, Muhip Dranas’tan şiirler okurdum. Bir de akvaryumum vardı.
Akvaryumdaki o gece lambasının ışığında, balıkların o görüntüsünü izler, şiir
okurdum. Oradan kendime bir neşe kaynağı çıkarırdım. Ne diyelim ona? Bir
direniş, bir umut…
Derken ilk kitabınız
‘Gibi’ çıkıyor 1965’te…
-Evet, sonrasında da zaten Yelken dergisi için Mübeccel
İzmirli’den sonra birileri beni tavsiye etmiş. Oraya başladım. Bir yıl kadar
Yelken dergisini yönettim. Sonra Yeni İstanbul gazetesinde bir süre sanat
muhabirliği yaptım. Tam o dönemde bir şekilde Yaşar Kemal’le tanıştığım
görülmüş ve bu nedenle gazeteden kovuldum. Gittim derginin sahibi Ruknettin
(Resuloğlu) beye ‘böyle böyle’ oldu diye durumu anlattım. “Sen üzülme, nerde
çalışmak istiyorsun?” dedi. “Cumhuriyet’te” dedim.
Sonra…
“Peki” dedi. “Hadi gidelim!” Kalktık Cumhuriyet’e gittik.
Yazı işleri müdürüne çıktık. Sağ olsun kabul etti ve adli muhabirliğe aldı
beni. Kadrolaştırmadan ama tabi. Yapamazsan sonra başka şeyler düşünürüz
dedi. İlk duruşmayı izlemem tam bir
felaket oldu. Sabahattin Eyüboğlu davası. Demiroğlu da avukat. Ali beyi elleri
kelepçeli getirdiler. Onu gördüm, biraz dinledim, dayanamadım gittim kapıda
ağlamaya başladım… Sonra gazeteye gittim koşa koşa, yazı işleri müdürüne
çıktım. Dedim, ‘efendim ben bu işi yapamayacağım!” Sakinleştirmeye çalıştı beni
biraz. Sonra “peki, sen söyle, ne iş yaparsın?’ dedi. ‘Ben eskiden sanat
yönetmeniydim’ dedim. ‘Tamam, sizi o bölüme alalım, yürütebilirseniz devam
edersiniz orada’ dedi ve ben böylelikle Cumhuriyet’e başladım. Epey bir süre
orada devam ettim. Sonra tabi Cemal Süreya ile tanıştım ve hayatım değişti!
Nasıl tanıştınız peki
? İlk gördüğünüz anı çok net hatırlıyor musunuz ? Neler hissetmiştiniz?
Erkek kadın ilişkisi olarak düşünmedim açıkçası. Bir
edebiyatçı, kültür insanı olarak düşündüm. Ama entelektüel anlamda çok büyük
hayranlığım vardı kendisine. Dediğim gibi
o dönem cumhuriyette çalışıyorum. Doğan Hızlan ve Konur Ertok da bizim
düzeltmenlerimizdi. Onlar Cemal’e demişler ki bir gün “ ya bizim oraya yeni bir
kız geldi, görsen fıstık mı fıstık!”
“Yapma ya!” demiş o da. Bu arada Ülkü Tamer, Tomris Uyar
filan beraber dergi çıkarıyorlar o dönem. Sonra Onat Kutlar’ın Şişli’de
yönettiği ‘Sinema Tek’ vardı. Ben
yabancı dil bilmesem de o görüntüler beni çok etkilerdi tabi. İzlemeye çok
giderdim. Orada bir gün karşılaştık. Yanımda kim vardı o an
hatırlamıyorum. Ben “Papirüs dergisinde
bazı eksiklerim var, onları tamamlamak üzere gelip rahatsız edeceğim sizi bir
gün” dedim. O da “hayhay hanımefendi!
bekleriz” dedi. Öyle ayrıldık.
Hepsi bu mu?
Daha sonra bir gün, Beyoğlu’nda Görçek fotoğraf stüdyosu
vardı o zamanlar. Orası yerini boşalttı, Edebiyatçılar derneğine verdi.
Edebiyatçılar derneği de Haltun Taner sayesinde orada bir açılış yapacak. Ben
de de klasik batı müziği plakları vardı. Bana dedi ki “hem gel bana yardım et.
hem de plaklarını getir.” Gittiğim,
açılışı yaptık. İşimiz bitmeye yakın Cemal Süreya geldi yanında iki üç kişiyle.
Bana doğru yürüdü. Elimi sıktı ve “Matbezel ne kadar güzelsiniz! Benimle
evlenir misiniz?” dedi.
Herkesin içinde, küt
diye…
Evet aynen böyle oldu. Tabi o an çok şaşırdım ama bir an
duraksadıktan sonra, dedim “kusura bakmayın beyefendi, ben öyle bir şey
düşünürsem size sormam buna kendim karar veririm.”
“Ben seçilmem
seçerim” gibi bir cevap olmuş.
-Evet, buydu tabi söylediğim. Ama o beklemiyordu sanırım öyle
bir cevap. O kadar insanın içinde olunca da bu, yüzü düştü ve hiçbir şey
söylemeden arkasını dönüp gitti. O an gitti gitmesine ama hiç vazgeçmedi. Kaçan
kovalanır gibi sanırım biraz da. Bilemiyorum… Belki de benim kendimi sürekli
çekmem de o dönem için ona cazip gelmiş olabilir. O olsaydı ona sorardınız tabi
bunları. Mehmet Şeyda o sıralar kız kardeşimin sevgilisiydi. Sonra evlendiler.
O aramıza girip bizi yemekli görüşmelerle yakınlaştırmayı sağladı. İlişkimiz
başladıktan altı ay sonra da bana Kapalı Çarşı’da bir yüzük ve bir papuç aldı.
“Hadi şimdi eve git, annene bana söyle” dedi. “Ben Cemal Süreya ile
evleneceğim” diye.
Ve evlendiniz…
Evet; ben 28, o 35’
yaşındaydı evlendiğimizde. Aslına bakarsanız normal evlenme yaşı işte ama
ikimizin de ikinci evliliğiydi. Tabi o zamana kadar çok ilişkileri olmuştu
Cemal’in. İki yıl sonra da bir çocuğumuz
oldu Oyacım. Tıpkı ona benzeyen bir çocuk, onu çok mutlu etti. “Yaşadığım
Yıllar’ kitabımda epey yazdım o dönemi. Çok güzel bir yedi yılımız geçti.
Unutulmazdı. Çocuğu büyütürken tabi problemler oluyor. Çalışan insanlar arasında
olagelir şeylerdi bir çoğu da. Kötü hatıraları unutmaya iyileri aklımda tutmaya
çalıştım hep. Hala da onu yapıyorum. Biz iyi bir yedi yıl geçirdik.
Nasıl bir aşktı
sizinki?
-Olağanüstü bir aşktı. Bir kitap önerirdi bana mesela. Ben
zaten okumayı çok severdim ama, o önerdiği için o kitabı sabaha kadar okur
bitirirdim. Bu aşkımın ona derinliği… Aramız çok iyiydi fakat biz çok
kıskanıldık. Eskiler, yeniler hepsinin gözü üzerimizdeydi. Kadınlar ona çok
hayrandı, dediklerine göre ben de güzel bir kadınmışım. (Gülüyor…) Eski
fotoğraflarıma bakıyorum bazen, fena değilmişim diyorum tabi ben de.
Birlikte en çok
nelere güler, nelere öfke duyardınız?
Gündüzleri ayrı geçti geceleri beraberdik. Akşamlarımız iyi geçerdi. Her
akşam bir küçük rakı açılır, şiir ve edebiyat üzerine tartışmalar yapardık.
Dilin yanlışları üzerine konuşurduk… Çocuklu bir evlilik olduktan sonra tabi
aksamalar başladı. Bir süre sonra da zaten evlilik hayatı Cemal’e demode
gelmeye başlamış olacak ki başka heyecanlar aramaya başladı.
Ne var ki “biz hiç ayrılmadık, yazılmadı adlarımız mezar
taşlarına” Cemal’in kendi dizeleridir. Ayrılığı hukuka bağlamak gerek,
gönüllere değil! Hukuka bağlandı mı bitiyor zaten. Hukukun dışında ölene kadar
yanındayım. Resmi olarak ayrı olduğumuz halde gitmiş Kadıköy Caferağa
muhtarlığına ‘oğlum ve eşimle yaşayacağım’ diye bildirmiş filan. Duygusaldı
Cemal çok. Gönül bağımız ölene kadar kopmadı.
Bazen birine kızma
nedenlerimiz onu çok sevme nedenlerimizdir ya aynı zamanda. Sizin duygularınız
nasıldı bu anlamda?
-Küsmeleri çabuk oluyordu, barışmaları da. Her şeye çabuk
küsmesinden çok rahatsız oluyordum ama çabuk barışması da mutlu ederdi. Bir de
konuşmasam da ne düşündüğümü suratımdan anlardı. O yanını çok severdim. Ben bir
şeylere öfkelenince de “kıymetimi bilmiyorsun benim” diye söylenirdi. “Hanıııım
hanım! Sen Cemal Süreya Üniversitesi’ni bitirdin’ der gülerdi sonra…
Elif Sorgun adını da
birlikte bulmuşsunuz. Şiirlerinizi başka bir isimle yazma ihtiyacını neden
hissettiniz? Tek neden o dönem memur olmanız mıydı? Yoksa bir kadın olarak tam
anlamıyla istediğiniz gibi yazamayacağınızı düşünmüş olabilir misiniz
bilinçaltında bile olsa?
-Güzel bir soru. Aslında ilk buluş hikayemiz tamamen memur
olmama bağlıydı. İki ayrı dergide yazıyordum o zaman. Cemal de Papirüs
dergisini çıkarıyor o zaman. O da beğendiği şiirlerimi basıyor orada. Memur
olunca bu bir şikayet konusu, suç unsuruydu. Oralardan da telif alıyordum
çünkü. Bir gün evde oturuyoruz. Duvarda kocaman asılı bir haritamız vardı. Çok
severdik ona bakıp gitmek istediğimiz yerlerin hayalini kurmayı. İşaretler
koyardık oralara. Bir gün gene oturduk bakıyoruz haritaya öyle. Cemal’in aklına
geldi ilk. Tabi o deneyimli olduğu için benden daha iyi biliyordu o konuları.
‘Bak” dedi öyle birden durup dururken. Adına Karacaoğlan’nın dizeleri var hani.
“İncecikten bir kar yağar tozar Elif Elif deyi” adını Elif koyalım, bak orada
da Yozgat’ın Sorgun içesi var. Soyadını da Sorgun diyelim. Beğendin mi? dedi.
“Beğendim” dedim. Bir iki telafuz ettik. Hoşuma da gitti. Başka bir isimle
yazmak bana senin söylediğin anlamda bir özgürlük getirmiş midir? Onu çok net
değerlendiremiyorum açıkçası.
“Yazarken Cemal’in
uslübundan hiç etkilenmedim” demişsiniz. Hatta çoğunlukla aşk üzerine şiirler
yazmasını eleştiriyormuşsunuz. Ve aslında hep Edip Cansever’in şiirlerini
benimsediğinizi söylemişsiniz. Kendisine de söylüyor muydunuz bunları? Ya da o
sizden etkilenir miydi bu anlamda?
-Uslübundan etkilenmedim cümlesi yanlış. Ben ondan
etkilenmiş olabilirim tabi. Böyle kesin bir yargı bana ait değil. Belki
söylediğim bir cümle yanlış ya da eksik değerlendirilerek yazılmış olabilir. Ha
ama Cemal Süreya benden etkilenmezdi. Açık konuşmak gerek. Onun kendine özgü
bir uslübu vardı ve eleştirilse de o bundan asla ödün vermezdi. Ben eleştirirdim
onu evet; ama uslübunu değil ağırlıklı olarak aşk üzerine yazmasını eleştirdim
hep. Yoksa ben kendisinden mutlaka etkilenmiş olmalıyım. Daha doğrusu sadece
ondan değil, aslında 2. Yeni’den etkilendiğimi söylemeliyim. Benim şiir
tarihim, yaşımı da düşünürsek, Tanzimatlar filan değil 2. Yeni’den başlar. Tabi
oradaki şairlerin benim yazış tarzıma uygun olanı Edip Cansever’di daha çok.
Onu çok beğenirdim. Cemalse aşk ve ironi ile karışık kendine özgü bir çalışma içindeydi. Dedim ki
ona bir gün “artık üvercinka bitti, göçebe bitti, artık bundan sonra daha
toplusal şeyler yaz Cemal.”
Gençler de bir o
kadar bayılıyor o şiirlere...
-Elbette. Bütün gençler Üvercinka diyor, Göçöbe diyor, başka
bir şey demiyor. Ama toplumsal konularda yazılan şiirleri, Uçurumda açan
çiçek, Kan var bütün kelimelerin
altında, Ortadoğu, Beni öp sonra doğur beni’yi düşünün bir de.Yani diyeceğim,
çok konuştuk, çok tartıştık bunları Cemal’le. Bir süre sonra da uslübumdan
değil ama bu fikirlerimden etkilendi tabi Cemal. Etkilenmek de demeyelim ona
da, ikna oldu belki benim vurgulamak istediğim şeylere. Aklına yatmış olacak ki, bir süre sonra daha
toplumsal konularda yazmaya başladı ve ondan sonra da hep öyle devam etti
zaten. Sevda sözleri kitabında da, yapılan araştırmalara göre en çok yer alan
şiirler, benim o fikirlerimden esinlenerek yazdığı şiirlerdir.
Aşk bu kadar
tutkuluyken, sosyal ve entelektüel paylaşımlarınız bu kadar derinken ne oldu da
“onüç günün mektupları”nı doğuran trene
bindirdi sizi hayat? Ne zaman nasıl kopmaya başladınız?
-Ben SSK’da çalışırken Şişli Ot Meydanı Hasteni’nde büyük
bir ameliyat geçirecektim. Boynumdan,ama yüzde bir yaşama ihtimalim yüzde
doksan dokuz sakat kalma ihtimalim vardı. Ben kabul ettim ve yattım hastaneye.
Öyle olunca da Cemal’e şunu söyledim. “Sağlıklıyken sevdik, sevildik tamam; ama
bundan sonra iki büklüm olacağım. Bunu kabul etmek benim için zor. İki büklüm
acınan bir sevgili olmaktansa, özlenen eski bir dost olarak kalmayı yeğlerim.”
Nedenini tam açıklayamıyorum ama reddettim bunu. Tıpkı bugün senin karşına
bastonla çıkmayı reddettiğim gibi. Bacaklarım çok ağrıyor. Bastonla rahat
ediyorum ama güçsüz görünmek…bilemiyorum ki! Netice olarak Cemal bu
söylediklerimden çok alınmış ve üzülmüş. Ben hastanede olduğum süre boyunca her
gün bir mektup yazıp getirip çekmeceme koyuyordu. Tabi benim onları o zaman ne
okuyacak ne değerlendirecek halim var. Yazdığı mektupların içeriği de bir
şekilde benim bulunduğum o durumun onda yarattığı korku ve bana duyduğu
hayranlığın ifadeleri. Hala bugün okuyan herkes “sizin yerinizde olmayı ne çok
isterdim” diyor bana.
Kitaplaştırmaya nasıl
karar verdiniz?
-Cemal’in arzusuydu o da. Bir gün istedi benden o
mektupları. “Ben ölürsem sen, sen ölürsen ben mutlaka kitaplaştıracağız
bunları” dedi. Tabi o dönem ben hastaneden çıktım. Çok şükür ki sakat kalmadım.
Cemal gitti tabi bastıramadan. Ben oğlumuz Memo’yla yaşamaya başladım. Can
yayınlarından Erdal Öz’le görüştüm bir gün. Mektupları gösterdim. Baktı, okudu
ve “hemen basıyoruz” dedi. Cemal bir ay sonra vefat etti, kitabı da göremedi.
Şimdi Turgut Çeviker tarafından da 14
mektup bulundu. O da birleştirildi birleşik olarak o da basıldı.
“Zuhal’im!
Hayat…Hayatımsın! Sana hiç hayınlık etmedim” diye başlıyor o mektuplar. Bugünki
aklınız ve duygunuzla buna tüm kalbinizle inanıyor musunuz peki?
-Evet! bu sözler çok doğrudur. Aradan yıllar geçti. Düşünün
ki Onüç günün mektupları hala ha bire baskı yapıyor. Niye? Okuyucuya da geçiyor
o duygunun gerçekliği… Ben bunu buna bağlıyorum. Hem mutluyum hem mutsuzum… şimdi yok! E araya
ayrılıklar da girmiş. Oğlum 21 yaşında gitti, Cemal 59 yaşında. Ben 76
yaşındayım ve hala yaşıyorum. Allahın gücüne gitmesin tabi ama; buna
içerliyorum bazen. Sonra diyorum demek ki bunda bir şey var. Benim yapmam
gereken şeyler var. Onları yaşatmalıyım. Memo’nun kitabını yazacağım daha. Bir
de Cemal Süreya’nın adına bir yer edinebilirsem… derneğin kirasını ben şimdi
emekli maaşımla ödüyorum ama; benden sonra ne olacak? Orası gerçek bir kültür
merkezine dönüşsün, şiir atölyeleri, yazarlık atölyeleri kurulsun, Cemal Süreya
adı orda hep yaşasın… en büyük arzum! Bir de “Ah!.. Keşke hiç ayrılmasaydım”
diyorum.
Pişman mısınız?
-Pişmanım. O da çok pişmanlık duydu sonra. Ama arada
yaşananlar… çok üzücü şeyler yaşadık tabi. Ölümünden birkaç ay önce bana sordu.
“Soyadını değiştirdin mi?” diye. “Değiştirdim” dedim. “İyi halt etmişsin” dedi.
Kızdı bana. Üzüldü… Gençlik… çok gurur yaptım tabi o zaman için bazı şeyleri.
Bir gün Enver Ercan Cemal’e soruyor.
Diyor ki
“ Üstat! Pek çok kadınla konuştun, görüştün, yaşantın oldu.
Hiç unutmadığın bir ad var mı aklında?” Cemal’in cevabı şu oluyor. “Evet!
Oğlumun anası.” Bu da yeter bana!
Ona ithaf ettiğiniz
bir şiir var mı peki? İki satır da olsa son olarak o dizelerle seslensek…
Cemal Süreya’nın “dört mevsim” şiiri meşhurdur. Ben de ona
“beşinci mevsim” ile karşılık verdim. “Yeni yıl kartların, üç aydır uğramadığın
posta kutusundan taşıyor… yedi kırlangıçtan birinin sana nasıl hayınlık
yaptığını anlatacağım. 13 aralık 9 ocak arasında birleştirdiğin serüveni ve minik
kuşun sana nasıl benzediğini anlatacağım.”
Sanki Cemal Süreyya ile hep kopuk yaşamışlar!
YanıtlaSilNe kaybolan şiirlerini sormuş ona, ne de evlenme teklifinden sonra dönüp gitmesine rağmen hiç vazgeçmeme sebebini. Sadece varsayımları var. Nasıl bir aşkmış ki bu!
Aslında nasıl bir aşk olduğuna dair izler var Tekkanat’ın sözlerinde. “Olağanüstü bir aşktı. Bir kitap önerirdi bana mesela. Ben zaten okumayı çok severdim ama, o önerdiği için o kitabı sabaha kadar okur bitirirdim. Bu aşkımın ona derinliği…”
Benim, anlam veremediğim bir aşk oldu doğrusu. Bu muydu aşkın derinliği, olağanüstülüğü! Sanki epeyce resmi yaşanmış bir aşk gibi yansıyor satırlardan bana. Sanki Şairin; “Biliyorum sana giden yollar kapalı...” mısraları tecelli etmiş bu tuhaf aşkta.
Bunlar bir yana da, yaşamak bazen gerçekten ceza gibi insana. “Oğlum 21 yaşında gitti, Cemal 59 yaşında. Ben 76 yaşındayım ve hala yaşıyorum.” cümlesi de bunun iç burkan, sözcüklerden tarifsiz bir hüzün taşan yansıması.
Bu arada, bugün de bir bölen çıkması endişesi ile, yazının dün okuduğum giriş kısmı ne kadar muhteşem olduğunu belirtmeyi unuttum maalesef. Kesinlikle, tüm yazılarınız içindeki en güzel bölümlerden birisi olmuş. Dimağda tat bırakan türden.
YanıtlaSil