Kayıtlar

2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

4'e 10 kala

Resim
O anlattı sen dinledin. Sen anlattın o dinledi. O ayaklarını karnına doğru çekmişti. Sen duvara dayamıştın. Onu gördüm dedin. Dün akşam üstü, saat 4'e 10 kala. Biz arabanın içindeydik. Onlar yaya... öylece gidiyorlardı...belki bir hırdavatçıya, belki bir ayakkabıcıya, belki çilingir arıyorladı, belki öyle, amaçsızca... onlar gidiyordu. Biz duruyorduk. Kırmızı ışıkta. Saat kaç dedim. 4'e 10 var dedi. İçimden ılık ılık bişeyler gitti... Sonra onlar da gitti. Sonra solumuzdan bi kuş uçup geçti. Sonra başımızdan bi uçak geçti. Sonra yanımızdan bi sarı taksi. Bi tek biz kaldık orda sanki. Bi tek biz gidemedik. Bi tek biz... orda öyle saatlerce, bize yanacak bi yeşil ışığın götünü bekledik. Meret. Yanmadı gitti... ve şimdi bütün saatler, hala...hep...4'e 10 var sanki!? dedim. Dahası...gözleri hala şiir gibiydi... Bizimki doğruldu yatakta,  siktiret...!  dedi.

Ne ihtilali? Laf çıkarmayın!

Resim
Geçen yıl bir arkadaşım annesiyle arasında geçen traji komik bir hikayeyi şöyle anlatmıştı. Arkadaşlarıyla birlikte ihtilal günlerinin tartışıldığı bi ortama annesi geliyor. Mutfağa girip bişeylerle meşgul oluyor, derken içerden gelen sesleri duyup salona gelerek kızına şöyle bir cümle kuruyor: Ne ihtilali ne yasağı ne ızdırabı. Laf çıkarmayın!!! oturun oturduğunuz yerde. Huyumuz kurusun...her durumda güleriz ağlanacak halimize. Biz de gülmekten kırılmıştık resmen. Ne ihtilali, laf çıkarmayın! :) Benim yaşımdakiler ve bizden sonra gelenler Seksen ihtilalini ve o dönemde yaşanan acıları büyüklerimizden dinledik hep. Konuşmanın, yazmanın, çizmenin ve neredeyse yaşamın kendisinin  "yasak" olduğu, ızdıraba dönüştüğü, illallah dedirttiği günleri... İşkencede tırnakları çekilen liderleri, cinsel organlarına elektrik verilenleri, copun vücuduna girmesine mağruz kalanları...daha da saymayım isterseniz. En cahil, en dünyadan bi haber, en güdük kafalılarımız bile hiç okuyup me

Feodal kalıntı ve mübarek bir anne!

Resim
Yılmaz Odabaşı'nın şiirleriyle lisedeyken tanışmıştım. Bi dönem elimden düşmüyordu. Emiyordum, süzüyordum...eritip kendi hamuruma katıyordum sözcüklerini. Öyle bir aşkla, öyle bir iştahla seviyordum kalemini. Aynı dönemde "mahkemeyi yol eyledik bu sene" türküsü çalıyordu kendisi. Hakkında durmadan dava açılıyordu.  Muhtemelen"Vatan, uğrunda ölen varsa vatandır" dizelerine inat yazdığı   " Bayrakları bayrak yapan, bayrak imalatçılarıdır. Toprak, eğer uğrunda ölen varsa utanmalıdır!" dediği "cehennem bileti" şiiri yüzünden  mahkeme yolunu su yoluna çevirmişti. Her dönem olduğu gibi o dönem de içerliyordum bi şeylere. İçimde durmaksızın bir öfke köpürüyordu. Her ne sebeple olursa olsun bir "fikrin" yargılanması insan-oğlunun en ilkel icadıydı işte ve hala öyle. Ne var ki  hiç bir hayranlık tek başına bir bütünü kapsa(ya)mıyor. İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir misali bi gün öğle saatinde okul kantininde, bir elimde tost,

Ayı'nın gızı götün alaf saçıyo ay!

Resim
Sekiz yaşında, bir yaz gecesi,  babannemle koyun koyuna yatarken çişim gelmişti. "Babannee çişim geldii" dedim. Kaldırdı götürdü beni tuvalete. Geldik yattık tekrar yerimize. On dakka geçmeden bi daha "babanne çişim geldi benim" dedim. Üşenmedi. Tamam kızım dedi. Kaldırıp götürdü bi kere daha. Karanlıktan korkuyordum galiba. Tam hatırlamıyorum.Niye gidip tek başıma yapmıyordum ki...bi açıklaması vardır mutlaka. Netekim çiş bu. Mesanede durduğu gibi durur mu? Durmuyordu o gün benimki. Bi daha... "Eeeeh! Yeter, yok çişin mişin. Oyun mu oynuyon sen benle" dedi bu kez. Onla dalga geçiyorum sandı heralde. Götürmedi. Sen misin götürmeyen? İki dakka, üç dakka, beş...derken, foşur foşur bıraktım yatağın içine. Eşşek kadarım. Az değil. Sekiz yıl yaşamışım... :) ama işte beni tuvalete götürmüyor diye Babannemi yatağa işeyerek  cezalandırmaya karar vermişim.   Allah taksiratımızı affetsin :) Bi de yaz...sıcak...üstüne benim ortama yaydığım idrarın sıcaklığ

Hatuuuun geliyor...!

Resim
Selim: Sen o köpeği 6 ay yaşat dile benden ne dilersen! Müdürüm: Sende o potansiyel var Oya! var var olmasına da, üzülerek ben de 4 ay veriyorum. Sen özgürlüğüne çok düşkünsün. Bi süre sonra, O özgürlüğünü kısıtlamaya başladığında içten içe ona kızmaya başlayacaksın! Nilgün hanım efendiler : (ki kendisi de müdürüm olur, denizde kum bizde müdür  anasını satayım. topu topu 10 metre karenin içinde kolunu sallasan müdüre çarpıyor)  Al kız Oya! çok çaresiz kaldığında ben yardım ederim sana! Mete: Selim çok bile süre vermiş, bakamazsın. İbo : Çok zooor...bi daha düşün. Yelda: En büyük fobim biliyorsun. Evine gelemem. Ayfer: Bi daha sana gelemiycem demek ki... Muhammet: O köpeği alırsan ya açlıktan ölür ya da ilgisizlikten. Eski manita: Çok zoor...ama ne desem boş biliyorum. Koydun kafaya bi kere! Hatta bu kadar çok istiyorsan ben alayım onu sana! Savunma vermeyeceğim. Muhatabı olmadığım suçlamanın niye savunmasını vereyim değil mi? Meğer ne pis bi imajım varmış gözlerinde:)

5'ten sonra tufan...

Resim
Onun içkisi bitmiş, benimki daha yarımdı. Bi saat sonra Beşiktaş'ın maçı vardı. Hadi daha maça yetişicez dedi. Sen git dedim. Ben gelmeyeceğim. Neden? dedi. Elimdeki bardağı gösterdim. Zaten şunu da içip, yatacağım. O gece, o maça gitmedi. Ben de yatmadım. Üçe kadar kavga edip, beşe kadar seviştik. 7'ye kadar saymayı, daha öğ-re-ne-me-miş-tik.

Ertuğrul Özkök'e hitaben; bu öpücüğü bana lutfeder misiniz?

Resim
"İtiraf edeyim, en solcu günlerimde bile, Ahmet Arif'in hasretinden prangalar eskittim kitabındaki şiirler, benim aşk dünyamda fazla yer bulmamıştır. Bir kadına hiç bir zaman o kitaptan şiirler okumadım.O cümleler bana fazla folklorik, hadi açıkça yazıyorum köylü gelirdi." Yukardaki cümleler Ertuğrul Özkök'ün 26 Eylül'de Hürriyet"teki köşesinde yazdığı yazıdan bir bölüm. Yazıyı sonuna kadar okudum, döndüm, dolaştım, soluğu yeniden bu cümlenin başında aldım. Şu cümle geçti içimden. Kendi içinde "köylü kompleksi" olmayan bir adam, bu şiiri köylü bulabilir mi? Ha bu yaptığıma dahiyane bir tespit diyebilir miyiz? Hayır. Zira buna benzer yorumları kendisi için en ağır şekilde yazmış, yaz(abil)miş bir adam. Defalarca "sonradan görme" bir entellektüel, sonradan görme bir aristokrat, sonradan görme bir bilmem ne tabirini kullanmış, sözüm ona kendini en ağır şekilde eleştirmiş bir adam. Sözüm ona diyorum çünkü; Ertuğrul Özkök ve onun konu

Ehlileştirilmiş kadın!

Resim
Yanlış hatırlamıyorsam, Neitzsche Ağladığında'da geçiyordu. Orda diyordu ki zat-ı muhterem: Nerde çok güzel bir kadın varsa, orda onu düzmekten yorulmuş bir adam vardır sadece. Evet, aynen böyle söylüyordu. Lisedeydim, cümlenin türkçe mealini tam da idrak edememiştim aslında. Ne demek şimdi bu? Niye böyle söylüyor, nasıl böyle söyleyebiliyor? Güzel olsan kabahat, çirkin olsan kabahat. Ki neye göre kime göre? bundan bahsetmiyorum bile. Giyinip şıkır şıkır sokağa çıktığında, kaşınıyor olma ihtimalin illa ki var. Süklüm püklüm ortalıkta dolaştığında, gene aynı güruhun fikri sabitesi üzerinden, eşin ya da sevgilin tarafından altadılman mübah. Kilo alsan "sen de kendini ne kadar bıraktın öyle?" kilo versen "hayırdır, bu ara sende bi şeyler var!" Yetmez! klasiktir hani, sokakta hanfendi, mutfakta aşçı, yatakta fahişe olacaksın. Her koşulda, her durumda "erkek egemen dünyaya" iyi bir hizmetkar olacaksın, el pençe divan duracaksın karşılarında.

Bir kedim bile yok, anlıyor musun? ve Mehil Gökçek yeniden aday, ötüşün kuşlar ötüşün...

Resim
Sürü halinde gezen sokak köpeklerinden bile korkmayan ben, kediden korkuyorum. Çok tuhaf olduğunu biliyorum ama durum bu. Özellikle de göz göze geldiğimiz o anda, acayip bi his geliyor içime. Üzerime atlayacak, beni tırmalamaya başlayacak(mış) gibi hissediyorum. Sonra lisedeyken gördüğüm o garip rüyalar geliyor aklıma. Uzunca bi süre hep aynı rüyayı görmüştüm. Ayağıma ya da elime bi kedi yapışıyor, elimi ayağımı sallamaya başlıyorum ama o kedi bi türlü benden sıyrılıp gitmiyor. Kan ter içinde uyanıyorum sonra, mutfağa gidip bi bardak su alıyorum. Sonra gidip yeniden kafamı yastığa koyduğumda, uzun süre uykuya direniyorum. Çünkü uyursam, aynı rüyanın devam edeceğinden korkuyorum...garipti.  Neyse ki geçti gitti... Ha ama bunu böyle anlatıyorum diye, bi yerde gelip ayağımın dibine bi kedi girdiğinde "ay-oyy" sesleri çıkarıp, kediyi ordan uzaklaştırmaya çalıştığımı sanmayın sakın. Hiç yapmadım! Aksine, hep o duyguyla savaştım. Korkmuyor(muş) gibi yapmaya, hatta onu geçtim, sevm

Aynı yatakta koyun koyuna...ama belki de başkasının koynunda!?

Resim
Gözün gördüğünü yazmak, anlatmak başka bi şeydir. Görünenin arka yüzünü merak etmek, orda aramak, ora'yı bulmak çok başka. Ora'yı deşebilir , ordan çıkacak suyla kendi çimentonu karıştırıp bambaşka bi harç karabilir, yepyeni bi duvar örebilirsin aslında. Alman fotoğrafçı Paul Schneggenburger'in bu fotoğraf çalışmasını görünce aynen bu duygu geçti içimden. Görünenin arkasını aramak, söylenenden fazlasını öğrenmek, dinlediğinden çoğunu duymak... "Sanatçı" dediğimiz şahsiyetler galiba tam da bu yüzden var. Paul Schenggenurger'in bunu neden yaptığını bilmiyorum tam; akıl yürütüyorum sadece şu an. Bu yüzden aklına gelmiştir diyorum. The Sleep of the Beloved diye bi proje kuruyor kafasında ve hayata geçiriyor. İsteyen çiftler fotoğrafçının evine gidip gece 12'den sabahın 6'sına kadar simsiyah çarşaflarla örtülü yatağa kuruluyor. Fotoğrafçı makinesini uzun pozlama yöntemine göre ayarlıyor ve çiftleri uykusunda fotoğraflıyor. İster miydim? Evet. Yapar

Sensin köpek

Resim
Tam iki saat çemkirdikten sonra telefonu kapatıyorsun. Nefesin tükenmiş, yorulmuşsun. Anlamadığından değil diyorsun. Eşşek gibi anladı ama işine geliyor salağa yatmak. Bi kahve yapıp, oturuyorsun pencerenin önüne. İki dakka sonra mesaj düşüyor telefona: İtsin mitsin ama seni çok seviyorum...diyor. Altta kalacak değilsin tabi. Gene basıyorsun küfrü; ama bu kez gülümseyerek... -Sensin köpek!

Kapı ağzı

Resim
O da mümkündü aslında. O gün sen öyle, kapı aralığından baktığında, dönüp bi kez daha sarılabilirdim boynuna. Sonra, dudaklarımızın birleşmesine ramak kala, çekip kendimi,bi an öyle bok gibi bırakabilrdim seni ortada. Belki soğurdu biraz içim ama yapmadım. Ne salakmışım :) O da mümkündü aslında, birlikte geçirdiğimiz en mutlu anımızda, arabesk bir oğlan çocuğuna dönüp, küçük emrah misali burnunu çeke çeke ağlamştın, hatırlasana...! Sonra bakıp gözlerime, bi gün seni gerçekten üzersem, öldür beni demiştin. Gözümün yaşına bakma...! Öldür. Sonra "hakim sorduğunda,  o günün hatrına öldürdüm dersin" demiştin. "Bu günün, bu anın hatrına öldür beni!" Biliyor musun? ne düşünüyorum bugün, o gün hakkında? Sen tam bi gerzektin, hala öylesin. gücenme bana :) Elim gitmedi. O da mümkündü aslında. Herzamanki kavgalarımızdan birini etmiştik hani, sen gene ağlamıştın burnunu çeke çeke, huyun kurusun zaten, pek severdin demegojiyi. Gelen ilk taksiye el kaldırmı

Bu tutku beni öldürecek (yaşatacak) dostum!

Resim
Hürriyet Gazetesinin bi haberiydi. Fotoğrafçı Dan Marbaix'in unutulmuş, terkedilmiş binaları fotoğrafalamak için dünyayı gezdiği ve sırf bu nedenle başkalarının meskenlerine izinsiz girmekten defalarca yargılandığı. beş yıl içinde yirmi defa tutuklandığı,  hatta başına silah dayandığı...! Sizi bilemem ama beni inanılmaz etkiledi. İşte! insan bi şeyin peşinden gidecekse, böyle gitmeli! Delir(miş) gibi... Bir insanın,  bir fikrin, bi duygunun, bir uğraşın hatta belki sana bana çok "gereksiz" gözüken bir eşyanın. Eşya diyip geçmemek lazım. Eşyayı eşya yapan da duygusudur zira. Onunla yaşanmışlığındır. Nedir ki yani en nihayetinde ? Beynine silah dayayacaklar ama sen ille de o "fotoğrafı çekmek" için o riske gireceksin. Olmazsa olmazın olacak çünkü. Olmazsa olmayacak sahiden de. Kaç şey var hayatımızda gerçekten bu kadar tutkuyla bağlandığımız? Ne için gözümüzü bu kadar karartırız? Ha lafta çok da,  sahiden soruyorum ben. Onsuz olmam diyip oldukları

Her yer öğrenci evi, herkes sevişgen (mi) ?

Resim
Başbakanımız  her gece uykusunda Türkiye'nin koca bir kerhaneye dönüştüğünü görüp; kan ter içinde uyanıyor olabilir  mi? Bu kabus onu bu illete yakalatmış(mış) mesela; önüne gelene  "birbirinizden uzak durun lan! yoksa dağıtırım ortalığı" diye bağırıp çığırması da bundan mı?  Halbuki en önce şunda anlaşmamız lazım(dı). İnsanların sevişmek için ille de öğrenci evlerine ihtiyacı var mı? Birbirine dokunmak isteyen iki insan, bunu sahiden de istiyorsa, sen buna gerçekten mani olabileceğine inanıyor musun? Son sigaranı içtin mesela. Tiryakisin diyelim. Gece saat on iki. Benden duymuş ol hadi :) ona da itirazım yok. Gider hangi cehennemde satılıyorsa satılsın, bulur alırsın onu. Zamandan mekandan soyutlanırsın. Ha akşam üstü Beş. Ha gece on iki farketmez balım. Bi de şu meşhur deyim vardır hani. Hırsıza kapı baca mı olurmuş? Olmaz. Bi kere kafaya koymasın yeter ki, ne yapar eder, gene de açar o kilidi. Bin yıllık bi gerçek bu. Sen yasakladıkça arzu artacak. Sen höt söt etti

Thor ve gerçek muktedir!?

Resim
Filmi dün izledim, bu fotoğraf bugün düştü gazetelere. "Neredeyse filmden daha çok konuşuldu, filmin önüne geçti"başlığıyla birlikte. Önce şunda bi anlaşalım. Thor olağanüstü güzel bi film. Benim gibi fantastik film sevmeyen biri bile ağzının suyu akarak izlediyse, kendinden geçtiyse, dünyanın geri kalanını unuttuysa, sevenlerini düşünemiyorum bile. Hakikaten görsel şölen diye buna derim ben. Zerre kadar da abarttığımı düşünmüyorum. Hatta filmden çıktıktan sonra aklıma Yılmaz Erdoğan'ın bir röportajda söylediği şu cümle geldi. Demişti ki " neler yapıyoruz, hangi konularda nerelere geldik de, gene gidip abilerin yaptığı filmleri izliyoruz!" İçimden cevap verdim: Abiler de yapıyor ama be! Gene yap(mış)lar! Gidin izleyin demekten başka da ekleyecek tek cümle bulamıyorum. Gelelim bugüne...Jaimie Alexander'in güzelliğine...Benim beynim bana bunu hep yapıyor. Gördüğü bir fotoğrafı ya da gerçek bir olayı, çağrışım yoluyla,  ille de başka bi şeyle bütünlüyor. İş

Benim cool Cumhuriyet'im...

Resim
Yaş alıyor ama bi türlü büyümüyor...Çok toy, çok kırılgan, bi türlü kaşarlanmıyor. Derisi kalınlaşmıyor. Rüzgar esse üşüyor, yağmur yağsa, hazırlıksız. Saçları püskül püskül önüne düşüyor...Yobazın teki gelip eteğini çekiyor, taciz ediyor, kalbini kırıyor...! Benim Cumhuriyet'im cool. Her önüne gelenle tokalaşmıyor, elini uzatmıyor. Her üstüne giyende iyi durmuyor. Haliyle seveni kadar sevmeyeni de çok. Biz böyle bi milletiz. İlle de iki dakkada bizimle ense tokat olsun isteriz. Ne var ki o mağrur...burnu düşse, dönüp bakmıyor. Biz mağrurları da çok sevmeyiz mesela, ille mıç mıç olalım, birbirimize her lafı sokalım, birbirimizin heryerini ezbere bilelim isteriz...Yok! O izin vermiyor. Ruhani bir aşka  inanıyor! Sadece kendi sevdiklerine, sadece kendini "gerçekten" sevenlere teslim oluyor...! Nasıl ki sen, asansörsüz bi binada, bi gece yarısı, üçer beşer çıkarken merdivenleri, sadece ve sadece çok güvendiğin bir insan varsa arkanda, ancak o zaman bırakıyorsun kend

Kinyas ve Kayra

Resim
Eminim ki her yazar yazdığı kitapta en kötüsünden dört satırın altı çizilsin, akılda kalsın, hafızalardan hiç silinmesin istedi. İstiyor...Yirmi dört yaşında böyle bi roman yazarken, aklına gelmiş midir Hakan Günday'ın, kızın teki bir pazar öğleden sonra, evinin terasında bi fincan kahve ve sonbaharın tüm renkleriyle, kitabını çize çize hallaç pamuğuna çevirsin!? Sevinmek ne kelime? belki de içerlerdi..."çok geç kalmışsın be güzelim, çok geç..."  diye de iç geçirirdi. Yüz bin kere özür diliyorum...Bu benim ayıbımsa, o'nun da ustalığı olmalı. Er ya da geç okumayı seven herkesin eli, aklı, kalbi...mutlaka Kinyas ve Kayra'yla buluşmalı! Şiir mi okuyorum roman mı? belli değil. Bu nasıl güzel bir anlatımdır! Onlar boşlukta öylece duran kelimeler mi, yoksa içimde çalan bir ezgi mi? Resmen müziği var bu kitabın. Bazen gümbür gümbür davul çalıyor, bazen ağlayan bi gitar. Bazen bi yan flüt ağzımın kenarında...ıslanmış dudaklarım. Meğer ne kadar aç-mışım. Sorun bende değ

Keşfet...geç

Resim
Ben şoför mahallinin hemen yanında oturuyorum. O arkada. Üç kişiyiz arabada. Herkes kendi halinde, miskin miskin yola bakınmakta… Derken, arkadakinin sesi yükseliyor birden. “Oya! Şimdi bu şairler, yazarlar sadece keşfetmeyi seviyorlar öyle mi?” diyor. Ne demek o? diyorum. Soruma soruyla cevap veriyor. “ne demek, ne demek?” Şaşkın şaşkın dönüyorum arkama…tam ben cevap verecekken, şoförün sesi yükseliyor bu kez. “Yani Oya hanım diyor ki, hayırdır! bi yanlışımızı mı gördün?” Ağzına sağlık diyorum gülümseyerek…evet aynen bunu söylüyorum. Bir eleştiri mi bu, yoksa yalnızca durum tespiti mi? Durup dururken böyle, nerden icap etti? “öyle işte” diyor. “Keşfet bırak, keftet bırak, bence sizin olayınız bu!” Birincisi, yazmaya gönül vermiş bi insan evladıyım diye, beni o kategoriye koymuş olması itiraf etmeliyim ki alttan alta çok hoşuma gitti. Ne var ki cümlenin içeriği pek cezbedici değildi. Eşşek değilim tabi. Aldım mesajı. Diyor ki: Siz hiç bişeyde uzun

Senin taptığın kitabın Allah'ı kim?

Resim
Gündemden düşmüş bi haber. Layığıyla gündem oluşturdu mu onu da bilmiyorum. Ben yeni okudum. Şu bayram tatilini icad edenlerden allah razı olsun. Yoksa internette ne böyle yaya yaya vakit geçirebilir ne de bu hadiseyi bi şekilde duyar idim.  Ali Ağaoğlu diye bir adam. Geçtiğimiz ağustos ayında bi magazin dergisine "ortanca"sıyla poz vermiş. Bu benim küçük oğlan, bu da "ortanca hanım" deyivermiş. Allah ıslah etsin. Bu nasıl bir tabirdir, bu nasıl fikir nasıl zikirdir? Ortanca hanım ne demek be adam? Sana mı öfkeleneyim, yanında ağzı kulaklarında poz veren, sana bu izni veren ve  halinden de son derece memnun gözüken o  kadına mı?                                   FOTOĞRAFTAKİ GERÇEK MAĞDURU BULUNUZ Bi zaman okuduğum bi kitapta şöyle bi cümlenin altını çizmiştim. Diyordu ki : Karşınızdaki insana, size nasıl davranması gerektiğini siz öğretirsiniz! Yani diyor ki, kimse size, sizin izin vermediğiniz bir şeyi yapamaz. Ha kendi cürretiyle, fütursuzluğuyla

Bir hayal kırıklığının tozunu süpürür gibi...

Resim
Scharlett Johansson'a bayılırım. Hatunun güzelliği başlı başına seyirlik ve zaten  Woody Allen'la arka arkaya çektiği filmlerden sonra da  bi ayrı severim. Yeni filmi çıkınca da koşa koşa gittim.  Kalbim Sende diye çevirmişler. Filmin adına da afişine de bakınca romantik komedi olduğu direk anlaşılıyor zaten. Gidenler biliyordur ama gitmeyenleri uyarmak istedim. Abartmıyorum; ilk dakikalarda nerdeyse porno filmine mi geldim ben şaşkınlığına düşüyorsunuz. En azından ben düştüm. Siz düşmeyin. :) Nooluyoruz yahu! demeye kalmadan , zaten konunun ana teması olduğunun farkına varıyorsunuz. Şöyle ki, filmde esas oğlan bir porno-film bağımlısı. İzlemeden duramıyor. Acı olan şu ki, gerçeğine tercih ediyor. Hiç bir gerçek sevişme ona bi bilgisayar ekranından tek başına porno izleyerek masturbasyon yaptığı an kadar haz vermiyor. Derken, esas kız beliriyor. Daha ilk görüşte oğlumuzun aklını başından alıyor. Klasik romantik komedilerde ne olur? Aşkı bulan, anında kötü huylarınd

Zilif...Oruç Aruoba'ya minnetimdir!

Resim
Bir felsefe adamı. Bir yazar. Yazar dediysem yalnız, öyle böyle değil, yazarken fincanı taştan oyar... Oğlan çocuklarının misketleri gibi taşıdım onun kelimelerini cebimde. Canım sıkıldıkça döküp önüme, oynadım saatlerce. Bazen de baharda, sokağın başında alıç satan amcanın alıçlarıydı. Alıp boynuma taktım. Hatır hutur etti dişlerimi geçirdiğimde. Öyle içime aldım. Öyle sindirmeye çalıştım. Ve sanırım, benim aç ruhumu onun kadar iyi doyurabilene, çok az rastladım. Sebepsiz sevenler vardır birilerini hani. Hiç onlardan ol(a)madım. Şimdi böyle methiyeler düzüyorsam şahsına...çok gerçek sebeplerim vardır. Hangi birini sayayım!? İki gün önce aldım Zilif''i. Sonbahar çıkarıp attı sırtındaki ceketi. Hafifledi... Sonra sıra bana geldi. Kötülükler kadar, iyi şeyler de bulaşıcı neyse ki. Mesela cesaret gibi... Açtım gömleğimin tüm düğmelerini...hadi! bi kez daha darmaduman et beni...ve lütfen, uyandığımda gitmemiş ol! Bir babanın, kızına yazdığı bir mektup Zilif. Bir anıyı an

Çorap mevsimi...

Resim
Nisan mayıs ayları, gevşer gönül yayları diye boşuna demiyor kimse. Yaz, insana boş-verdiriyor. Yaz insanı yan yatırıyor. Dünya yanıyor da, bir tutam otumuz olmuyor içinde. Öyle bi ruh hali...kendinden geçiriyor seni...beni. Hep derim. Biri korku, diğeri soğuk. İyidir. Diri tutar! Özlemişim...vizyonda hangi filmler var diye bakmayı, bi kitapçıya girip, aç gözlü bi kurt gibi beşini birden bağrıma basıp çıkmayı. Heyecanla eve getirip, incelemeyi. İlk sayfalarını açıp, önce tarihi sonra adımı karalamayı. Bi adım sonrası için hayal kurmayı...sonra o hayali desteklemek için arkasına yastık koymayı. Sonra Yalan Dünya'yı...düşün işte, televizyon açmayı bile özlemişim...Yaz boyunca üç ya da dört kere açtım heralde. Onlarda da ya bi müzik kanalı açıp, sesini en kısığa getirip, fon olarak kullanmışım, ya da hemen sıkılıp kapatmışım. Bugün açtım. Baktım Yalan Dünya var. Bak işte dedim. Gülünecek şey de var...daha ne olsun! Reklam arasında arka odaya gittim. Desenli çoraplar denedim. Siyah.

Klik

Resim
Kesin kararımı verdim. Eminim. Sesler de nefes gibi...bi şeyin ağzından çıkıp, senin kulağına geldiği o an, ya şahane bir öpüşmeye benziyor, iyice karışmak bütünleşmek istiyorsun onunla. Ya da tadını sevmediğin bir yemek gibi, en yakın köşeden dönüp, uzaklaşmak istiyorsun. Yanağıma kondurduğunda gelen cork sesi, deklanşöre basıldığında gelen klik sesi, tirbüşonla şarabın mantarını çektiğin o andaki pıt sesi, sakin sakin akan bir derenin şırıltısı...Kimseye değil de sadece bana söylediğin o sırrın kulağımdaki fısıltısı, en beklemediğim anda gelen bi mektubun zarfını keskin bir bıçakla jilet gibi ikiye bölerken gelen o ince tını,  bi dağ başında çadırımın üstüne şıp şıp damlayan yağmurun pıtırtısı, bi de sonbaharda rüzgarın yaprakları birbirine değdirirken gelen hışırtısı... Ve mesela Leonard Cohen "I'm your man" derken... Sertab Erener "iki gözüm seneler geçiiiyoor...gönül ektiğini biçiyoorr..." diye bir çağlayan gibi akarken...Şebnem Ferah "İçine gi

Yedek kulübesi

Resim
Önce cep telefonuna gelen mesajı gösterdi. Hoşuna gitmiş belli. Sonra tıpkı onun söylediği şekilde "evvveeettt" deyip, telefonu masasının en üst çekmecesine fırlatıverdi. Böyledir haz anları...insanın hareketlerine bi kıvraklık gelir. Sesi daha yüksek çıkar, daha çoşkulu. Yüzüne sebepsiz kocaman bir gülümseme gelip oturur. Yetinmez, bacak bacak üstüne atar, onla da kalmayıp seksi terliğini ayağının ucunda serbest bırakıp, aşağı yukarı sallamaya başlar. Gevşer..., somut olarak yoktur ama; varmışçasına bir rahatlıkla arkasındaki  yastığa yaslanıverir. Başlangıçta sırtı yere gelmez o anlarda insanın. Yeter ki özgüven duvarına bi kere dayanmasın. Yağmur yağsa nem kapmaz, çamur olsa kir tutmaz.  İçten gelen bir neşe, her yerini kaplar da en çok dudaklarına yerleşir mesela. Uçuk pembe bi ruj var(mış) havası verir. Yanaklar ona keza, usta bir ressamın fırçası değmiş adeta. O allık şakaklara doğru öyle güzel parlatır ki yüzünü...gene de hiç makyaj yok ama; ay gibi parlıyor, bak ş

ama beni anlamalısın...!

Resim
Bi kadınla tanıştım. Toy bi kadın, yaşlı bi kadın, bilge bi kadın, güçlü bi kadın, zayıf bi kadın,akıllı, cesur ve bi o kadar da saf korkak bi kadın. Sevdiğim tüm çizgi film kahramanlarını hatırlattı bana bu kadın. Hepsinden biraz biraz ama hepsinden öte bi kadın. Bir tren geçiyor mesela üstünden, o dimdik ayağa kalkıyor, ölmüyor bu kadın! Öyle bi duygu verdi bana, o kadar girdi içime. Gögsümü yardı, dokundu eliyle...hırçın, hoyrat ama bi o kadar da şevkatliydi....Bütün zıtların birlikteliğiydi bu kadın. Siyah ve beyaz ancak bu kadar güzel durur bi insanın üstünde...öyle bi kadın. Gonca Vuslateri...isimlerin arkasına üç nokta konur mu? şaşırdın mı be kızım! Şaşırdım. Şaşırttın! Resmen afallattı beni bu kadın. Bi pazar sabahı, ev sahibimi beklediğim bet bi pazar sabahı, şu nemrut adam gelmeden bi göz atayım diye elime aldığım gazetenin ekinde rastladım. Ne kadar geç! dedim kendi kendime önce, sonra geç "hiç"ten her zaman iyidir sözünü hatırladım. Elinde şarap şişesiyl

Haydi gel uçalım...!

Resim
Neyseki çoğalmanın tek yolu üreme değil. Mayoz ve Mitoz bölünme vardı hani. Arasındaki farkları iyi ezber ettiğinde fen bilgisi dersi yüzde seksen cepteydi. Mitoz bölünme bütün canlılarda görülen ve yaşam boyu devam eden bi süreçti. Öyle kalmış aklımda. Tek hücrelilerde çoğalmayı, çok hücrelilerde büyümeyi sağlardı. Hatırladın mı? Tanımam etmem kendisini. İnternette bambaşka bişeyi ararken gördüm resmini. Ne güzel, ne kadar mutlu bir yüz ifadesi, dur şuna bi merhaba deyim dedim.Sonrasını bilirsin işte. Diyelim ki Kumrular'a çıkarken, şimdi yerinde yerler esen Aylak Madam kapanmamıştı daha, biz orda oturmuş birer kahve içmiştik karşılıklı. Hakkında çok az şey biliyordum ama;  en sevdiği film Flight, en sevdiği yazar Kundera, dokunmaktan en haz aldığı insan modeli ruhunun tellerini titretenlerdi! Bu da benim için çoktan çok geçerli bi bilgiydi. Geçiniz gerisini... Sonra hadi gel seni arkadaşlarımla tanıştırayım faslı başlar. Hep böye olmaz mı? Önce birini katarız hayatımıza. S

Beyaz çarşaflar

Resim
Yüzün koyun yatarken bi yatakta, kulaklarımda Enrico Caruso çalmakta...aklımda bir Woody Allen filminden görüntüler akmakta...Bembeyaz çarşafların üstünde, bi otel odasında, başucumda gene Milan Kundera, sanki Otostop hikayelerini yeniden kaleme almakta...Bu kez kızı az ağlattı, oğlan daha az saçmaladı ama; gene de canım yanıyor şu an biraz. Ağlamış olmalıyım. Göz pınarlarımda bir ıslaklık sezinledim. Lakin o hikayenin etkisi midir çok da emin değilim.  Zira yatağa yatmadan az önce, serçe parmağımı banyonun kapısına sıkıştırdım diye de, ağlamış olabilirim...Hiç dudak bükme öyle, pekala mümkün! Sahi niye filmi çekilmedi ki o hikayenin? ya da çekildi de ben mi bilmiyorum? Buyur! bir Oya ritüeli daha. Ruhumun engebeli sokaklarına hoş geldin! hanidir buralardan geçmemiştin!Yokuş aşağı inerken sorun olmuyor da, çıkarken biraz zorlanıyorsun sen de değil mi?  Haklısın! Koşarken kendini dinlemiyor pek insan. Durdun ya...gene kendinle yüzleştin. İstersen bi havlu vereyim, belki terini silme

Yalnızlığın ayakkabıları

Resim
Acıtır biraz ama; arkadan vurma ihtimali yok. Yaylan serin. Tetikte değilsin. Derin bir nefes alıp, arkana yaslanabilrsin. Kendine hoşgeldin...ne arzu ederdin? Belki bi kahve eşliğinde, yağmurlu pencerende uzun uzun kendini dinleyebilirsin. Dilediğin kadar seninsin. Hiç yabana atma derim.  Hoş, ben kimsenin kimseyi arkadan vurma ihtimaline de pek  inanmam ama; inananlar için söyledim. Yoksa herkesin ne halt edeceğini görür de, ne hikmetse görmezden gelmeyi tercih ederiz. En azından ben böyle olduğuna eminim. Neyse konumuz yalnızlığın ayakkabıları...iyi tarafından bakıcaz ya olaya. Sonra kapıdan içeri girer girmez, istediğin yere köteleyebilirsin. Hop! diyen çıkmaz nasılsa. Alıp başucunun altına yastık bile yapabilirsin icabında, biraz saçma olur ama; hani olur ya, öyle bi fantezin vardır  belki diye dedim. Bi de istediğin kapıya çıkarabilirsin mesela, kimse o saatte orda ne işin vardı diye sor(a)maz sana! İçine giydiğin çorap mevzusuna gelelim; orda da dilediğin kadar özgür olabilrs

Başka?

Resim
Başki bi renge bürünmek, başka bi ses çıkarmak, başka türlü yapıp; başka türlü bozmak istiyor insan bazen. İki abi ve bir sürü erkek kuzenle büyümeye çalışırken de; vücudumdaki atık suyu başka türlü boşaltmak istiyormuşum zaten ben. Annem hep anlatır... bi gün allah yarattı demeden parçalayacaktım seni diye.  Mevzu şu ki; onlar öyle yapıyor banane diyip ayakta işemeye çalışıyormuşum. Belli ki babamın güzel memleketinin,  deniz kumuna benzeyen ipince  toprağında, elimizde birer tane odun parçası, mümkünse yağmurdan sonra toprak nemliyken, yere bi şekil çizip, sonra o şeklin  kenarlarını  elimizdeki odun parçasıyla deşip, o parçayı hiç bozmadan yerinden ayırma çabaları sırasında gelişiyordu her şey. Muhtemelen o seanslar sırasında birinin çişi gelince tuvalet aramıyor, bulduğu ilk münasip köşeye havadan attırıyor ve benim beynim bunu bi şekilde hafızasına not alıyordu. Özenmişim işte! Şimdi bunca zaman sonra, durup dururken bu anıyı nerden hatırladım değil mi? Dün  arkadaşım Burak'

Köşe yastığı

Resim
Hepimizin içinde o aynı çıkmaz sokaklar, hepimizin üstüne dar gelen bir gömleği mutlaka var. Hepimizin anlamsız bi şekilde,  kuaför koltuğuna oturur oturmaz kaşınmaya başlayan bi burnu, ya da sağ kaşının köşesiyle bi anısı var.Hepimiz biraz Leon biraz Matilda gibiyiz...hep bi "karın ağrımız" var. Çok isteyip de hala çıkamadığımız bi yolculuk, hep isteyip de hala alamadığımız bi saat, çok özleyip de nicedir göremediğimiz iki çift gözümüz var.Bi de  benim "nefret ediyorum bu işten" dediğimde, kim istemez ki denize nazır bi pencereden esen püfür püfür rüzgarla beraber, bütün gün oturup yazmayı...e çok güzel ama; öylesini dedem de yazar diyen bi arkadaşım var. Haklı! Evet zor oluyor...kurduğumuz her hayal her daim gerçeğiyle yek vücut olamıyor. Bir hevesle  menemen yapıcam diye koşa koşa manava gidip de,  eve getirip  kabuklarını soymaya başladığında, hepsinin içininin çoktan geçtiğini farkettiğin o anda,  dört tane domatesle bile kocaman bi derdin olabiliyor. Bana s